The Future / Sincerely, L. Cohen

Geçen gün çoktandır bağlanmadığım facebook’a Georgina’dan gelen bir mesaja cevap yazmak için bağlandım, gözüm Caner’in gönderdiği ("paylaştığı") bir videoya takıldı, basınca galiba başka bir pencerede açıldı, seyrettim, peki falan filan. Ertesi gün gerçek hayatta bir zamanlar aynı ortamları ve merhabaları paylaştığım facebook arkadaşlarım Heleen ve Göksenin’in hoşlanıp paylaşmış olduğum bu videoyu beğendiklerinin ve dolayısıyla ve meğerse bu videoyu paylaşmış olduğumun haberini aldım (facebook’un yemeyip içmeyip ban yetiştirmesi vesilesi ile…). Hayır o videoyu paylaşmamıştım, hayır, paylaşmışım işte.

Bu sabah patronla Kraliçe’nin kahvaltıya gelip gelmeyeceklerine dair mail var mı diye uykulu halimle cep telefonumdan internete bağlandığımda WhatsApp Nerea’nın bana hiçbir şey söylemeden sadece "Ver "Kiesza – Hideaway (Official Video)" en YouTube – Kiesza – Hideaway (Official Video): http://youtu.be/ESXgJ9-H-2U" yazdığı bir mesaja uyandım.

Hoşuma giden fakat yıllardır yazmadığım bir hikayem (taslağı) vardır; baktım şimdi daha evvelden bahsetmiş miyim diye, bulamadım şöyle üstünkörü bir aramayla, neyse, yazalım: dünyada bir şeyler olmuş, insan ırkı / ve diğer canlılar, hayat filan ortadan kalkmış fakat füzyon/fizyon/güneş enerjisi vs. ile çalışan bilgisayarlar ve diğer teknolojiler işlemeye devam ediyorlar. Hikaye iki makronun/betiğin yüzyıllara (belki de binyıllara) yayılan hikayesi: bizim şu anda kullanmakta olduğumuz oto-cevaplama makrolarının ("xx tarihinden yy tarihine kadar ofis dışında, seyahatta olacağım, mesajınızı okumam/cevap yazmam biraz zaman alabilir; anlayışınız için teşekkür ederim") biraz  daha gelişmişi. Çocuk bayram kutlamasını otomatik olarak halletsin diye yazmış, geçen senenin gelen e-maillerini analiz ederek bu seneki bayram tebriği otomatik olarak yazılıyor, araya da gönderilen kişilerden (mesela büyükanne ve büyükbaba) daha önce gelmiş olan genel e-postaları incelenerek kişisel mesajlar da konuyor, böylelikle epey gerçekçi, elden çıkmışa benzer bir tebrik hazırlanmış oluyor.

Hikayenin birinci kısmında (katmanında) çocuk bu mesaj hazırlama makrosu/betiği ile tebriklerini düzenli olarak yolluyor, büyükanne ve büyükbabasından da şaşmaz biçimde tebriğine teşekkür mesajı alıyor. Fakat meğerse büyükanne ile büyükbaba da benzer bir betik kullanmıyorlarmış mı!… yaaa!…

Hikayenin ikinci kısmında, büyükanne de, büyükbaba da, çocuk da, insan ırkı ve diğer canlılar da oratadan kalktıktan sonra, onların bilgisayarları bu otomatik tebrik mesajlarını göndermeye ve gelen tebrik mesajlarına teşekkür cevaplarını hazırlamaya devam etmekteler…

Hikayenin üçüncü ve son katmanında (diyelim ki on bin yıl sonra), mesajlar ve içerikleri, önceki mesajlardan öğrenim algoritmasının gayet başarılı bir şekilde çalışmasından ötürü, giderek bozulan ve sonuçta tek bir karakterin baskın olduğu yeni bir dilde mesajlaşmaya devam etmektedirler ve the end.

kkkkkkkk kkkkk,
kkkk kkkkkk kkkkkk kkkkkk kkkkkkkkk kk kkkkkkkk kkkkk kkkkkkkkk kkkkk kkkkkk
kkk kk kkkkkk kkkkkkk kkkk kkkkkkkkk kkkkk kkkkkkkkk.

kkkkk kkk kkkkk kkkkk
kkkk kkkkkk kkk kkk.

kk: kk kkk kkk kkkkk kkkk kkkk kkk kkkkkk


(çok merak ettiyseniz, resim Alien’dan: Mother’ın Ripley’e cevabı)

$izoSuru No:7 — ’82 part 2


$izoSuru #8 — ’82 part 2

  • Terence Trent D’Arby – Wishing Well (1987)
  • Martika – Love Thy Will Be Done (1991)
  • Tracy Chapman – Fast Car (1988)
  • Tracy Chapman – Baby Can I Hold You (1988)
  • Bill Medley & Jennifer Warnes – (I’ve Had) The Time Of My Life (1987)
  • A-ha – Take on me (1985)
  • Eurythmics – Thorn in my side (1986)
  • Roxy Music – More Than This (1982)
  • Stevie Wonder – I Believe (When I Fall in Love it will be forever) (1972)
  • Barbara Streisand – Woman In Love (1980)
  • Duran Duran – A View to a Kill (1985)
  • Duran Duran – Wild Boys (1984)
  • Roxette – It Must Have Been Love (1987)
  • Marc Almond & Gene Pitney – Somethings Gotten Hold of my Heart (1989)
  • Soft Cell – Tainted Love (1981)
  • Pet Shop Boys & Dusty Springfield – What Have I Done To Deserve This (1987)
  • Fine Young Cannibals – She Drives Me Crazy (1989)
  • Bee Gees – How Deep Is Your Love (1977)
  • Visage – Fade to Grey (1980)
  • + Emre Sururi’den terennümler, bir şeyler, bir şeyler, 3 tane taş gibi bonus da cabası!

İndirmek için bu bağlantıyı takip ediniz / Please follow this link to proceed with download.

Bu sefer mikrofon sorunsuz çalıştı, ben de iki ülkeden kayıtlarla işi kotardım, beğendim de ama yine elde bir dolu 80 şarkısı kaldı, $izoSuru ’83te görüşeceğiz gibi (ondan önce 3-4 tane başka liste var, bakalım, bakalım…)

Podcast’te değindiğimi hatırladığım şeylere dair değinmek istediğim şeyler

Jimmi Fallon / o hatırlamaya çalıştığım şey "Playback" idi ama "lip sync"i de kabul ediyorduk. Ad-lib de ad-lib – böyle ses kartı vardı Creative’indi herhalde, SoundBlaster’a paralel yapılanma (google’dan bunu mu arayıp geldiniz allah aşkına! 8P)

(A-Ha / Take on me "yorumu" 7. dakikada başlıyor ama hepsi çok süper)

Başka neler vardı? Dinler söylerim yine bir şey gelirse aklıma. İyi dinleyişler falan filan…

$izoSuru No:7 — ’82 part 1


$izoSuru #7 — ’82 part 1

  • The Proclaimers – I’m Gonna Be (500 miles) (1988)
  • The Vapors – Turning Japanese (1980)
  • Madonna – Open Your Heart (1986)
  • Phil Collins – You Can’t Hurry Love (1983)
  • Cyndi Lauper – Time After Time (1984)
  • Paul McCartney – New (2013)
  • Paul McCartney – Hope Of Deliverance (1992)
  • George Harrison – Got my mind set on you (1987)
  • Talk Talk – It’s My Life (1984)
  • Sandra Kim – J’aime La Vie (1986)
  • Erasure – Always (1994)
  • Black – Wonderful Life (1986)
  • Hunters and Collectors – Throw your arms around me (1984)
  • Baltimora – Tarzan boy (1985)
  • Falco – Vienna Calling (1986)
  • Talking Heads – Wild, Wild Life (1986)
  • The Manhattan Transfer – The Offbeat of Avenues (1991)
  • + Emre Sururi’den terennümler, bir şeyler, bir şeyler…

İndirmek için bu bağlantıyı takip ediniz / Please follow this link to proceed with download.

İçeriğe gelince, içerik yukarıda ama mikrofonun dandikliğinden alışageldiğiniz über süper sururi billur ses kalitesini(!) beklemeyiniz (ondan bile kötü olmuş olabilir aradaki anonslar, şarkılar copy/paste olduğundan onlarda sorun yok).

Podcast’te değindiğimi hatırladığım şeylere dair değinmek istediğim şeyler (Anastas mum satsan a! — bir ihtimal hatırlamaya çalışmakta olduğunuz terim: palindrom).

Dr. Who Cast & Proclaimers – I’m Gonna Be (500 miles)

Buna gelen yorumlardan biri (şimdi youtube’deki orijinali bulamadım, o yüzden bizzat kraliçe’nin (the kraliçe herself!) 22dakika.org’daki ilgili haberinden alıntılananı alıntılayacağım (bkz. "tutacakları tutmak"): Timothy Dalton’ın, "Bir zamanlar saygı duyulan bir aktördüm!" diye düşündüğü neredeyse duyuluyor! (Ayrıca 22dakika’daki resimde basitçe "Timothy, David & John" dense de, her biri bir… siz nasıl diyoğ, meister! (John Simms, Dr. Who’da bir zaman lordunu oynasa da, kalbimizdeki sarayını Life on Mars‘la kurmuş idi…)

Sandra Kim, J’aime La Vie 25 yıl önce, 25 yıl sonra (25 yıl — 1986+25=2011 imiş bu arada, 20 değil)

DAAS’ın "Throw your arms around me" cover’ı



Başka nelerden bahsetmiştim? Dinleyip hatırladıkça buraya eklerim…

San Fransisco sokakları…

Yarın sabahtan iki haftadır kalmakta olduğum Blas de Otero‘dan ayrılıp, kalan üç haftamı geçirmek üzere BBK Talent‘e yollanacağım (bağlantıları arşiv amaçlı olarak kendim için veriyorum bu arada 8). Daha önceki gelişlerimde Hotel Nervión‘da kalmıştım, bu sefer de oranın olmayışına en çok Ece üzüldü; gerek kahvaltıları, gerekse akşam yemekleri çok lezizdi – kahvaltıya yetişmek zor ama akşam yemeklerini yine orada yiyebiliriz, yeriz de herhalde.

Otellerle, konaklamalarla genelde pek özel bir ilişkim yok. Yine de, işte yarın gideceğim BBK Talent’in hemen yanında yer alan EHU/UPV’ye ait Unomuno yurdu/misafirhanesi, İspanya’daki ilk 17 günümü geçirdiğim yerdi. Şimdi on yıllar geçmiş gibi (gerçekte: 5). Nihayet İspanya’dan vizemi alıp, Hollanda’dan İspanya’ya varabilmiştim. Yalnızdım, bir aydır Bengü ile Ece’den ayrıydım, bir an önce ev bulmalıydım. Aralık başıydı, yakında Noel nedeniyle her yerin kapanacağını öğrenmiştim, dilini bilmediğim, üniversite dışında kimsenin İngilizce bilmediği bir yerde, pek çok zorlukla baş etmem gerekiyordu. Sağolsunlar, "yeni" arkadaşlar bütün içtenlikleriyle yardımıma koştular, beni hiçbir noktada yalnız bırakmadılar. 

Dünyanın en küçük kemanı çalmaya başladığından, bu gidişata dur dedim ey kâri!.. Boşver, sonuçta bol maceralı, ("acısıyla tatlısıyla" klişesini kullanacaktım ki, bir anda farkına varıp kendimi tuttum 8) 3 süper yıl geçirdik, şimdi de hasret gideriyoruz, özeti bu.

Eşyalar, yenileriyle birlikte bavula sığacak gibi görünüyor. Yarın buradan metro, hop Sarriko, yeni hotel.

Başlığa bakınca hatırladım, esas San Fransisco Sokağı’nı yazacaktım: şu andaki misafirhanene bu "infamous" sokağın girişinde yer alıyor; sokak bizim Beyoğlu’nun arka sokakları gibi – burada yaşadığım 3 sene boyunca çok adını duymuş olsam da, hiç yolum düşmemişti (halbuki şehir meydanına iki adım ötede / hoş zaten Bilbao’da her yer şehir meydanına iki adım ötede). Ağırlıklı olarak göçmenler oturuyor, onların arasında da ağırlıklı olarak Afrikalılar ve Araplar var. Geçen gün limon almak için köşedeki bakkala girdiğimde, 3 sene boyunca hiçbir yerde bulamadığım kiloluk yoğurtları vitrinde gördüm de, 6’lı küçük pakette (Türkiye’deki danonino paketleri gibi) alıp da bir kaba "kırdığımız" ufak yoğurtları hatırlayıp, geçen yıllara yandım! Hele bir de evvelsi gün Carrefour’da bir sebzenin peşine düşmüşken, bir baktım şeffaf plastik bir kutunun içerisinde can erikler bana bakıyor! Değilmişler neyse ki, meğerse iri bir cins üzümmüş; zaten erik olsalardı Türkiye’ye… neyse, bu kısmı da burada bitirelim.

Yurtdışındayken kendime puro ve coca-cola light içme hakkı tanıyorum, puroda tercihim Vegafina’nın corona’ları idi ama bir gıdım fazla (/uzun) geliyordu, neyse ki geçen gün perla’larını keşfettim, boyum uzadı. 8)

Her şey eskisi gibi, insanlar değişmiş (akademik(doktoral/post-doktoral) hayatın da kötü yanı bu: insanlar bir yerden başka bir yere gitmeye mecburlar, çoğu zaman da gelecek sene nerede olacağını bilmeden. (çıktı gene küçük keman).

Bari yatayım ben artık, yarın çok iş olabilir.

…demiştim ki, bir şeyi daha söylemeyi unuttuğumu fark ettim (uyku da epey bastırdı ama son bir beş dakika daha): Bilbao, sıcak fakat çok yağışlı bir yer. Bize Londra’dan daha çok yağmur aldığını söylemişlerdi de "haydi canım!" demiştik, geçen gün kontrol ettim, hakikaten doğru söylemişler (Bilbao vs. Londra). Olur a, böyle bir ortamda insanların nasıl çamaşır kuruttuklarını merak edebilirsiniz diye buradaki çok tipik bir sistemin geçen gün resmini çektim:

bu da benim doğumgünü resmim (arka planda Tanju Okan’dan "Benim en iyi dostum coca-cola lightım, vegafina purom…" başlar)

(Blas de Otero’nun bahçesi)

İyi geceler (bu sefer gerçekten uyumaya gidiyorum).

Shakespeare, Picasso, Jeff Koons

Geçen gün (evvelsi), çok boş vaktim vardı, ben de nihayet sevdiğimiz bir ağabeyimiz olan Joss Whedon’ın tayfasıyla çektiği Shakespeare "uyarlaması" Much Ado About Nothing‘i izleyebildim. Tıpkı -bir ihtimal adını yanlış yazmakta olduğum fakat bunun da pek umurumda olmadığı- Baz Luhrmann’ın Romeo+Juliet‘i (bağlantıyı vermek üzere ilgili wikipedia sayfasına gittiğimde doğru yazmış olduğumu görüp şaşırdım bu arada) gibi, orijinal diyaloglar ve modern zaman ustalıkla birleştirilmiş, hatta bu ikisinin kesişmesinden doğan birkaç keyifli ilginçlik de monte edilmiş.

Shakespeare, Shakespeare, işte biliyoruz, Romeo ve Juliet, Hamlet, Macbeth falan filan, illa ki bir ya da birkaç oyununu izlemişliğimiz, koleje gittiysek iki-üç sonesini oku(tul)muşluğumuz vardır, atla deve değil yani. Halbuki öyle!

Bundan epey yıllar önce (yine de ODTÜ’deyken, o kadar da eski değil hani), kütüphaneden A Midsummer Night’s Dream’i (Sandman’in ilgili fasikülünden heveslenmiş olmalıyım) almıştım; epey de güzel bir edizhun’du (don edizyon), bir sayfada orijinali, yan sayfasında da günümüz İngilizce meali yer alıyordu: bir oraya bir buraya baka baka ve çoğu yerde "seslice gülerek" keyifle okumuştum. Ve çok şaşırmıştım. Bu kadar ciddi adamın "Şekspir efendim, bir hayattt!" nidalarıyla yere göre sığdıramadığı bu adam hayli mütevazi şekilde, hakikaten de müthiş kelime oyunları ve hani neredeyse avamsal (şimdi şuradaki arkadaşımızdan rica etsem ayağa kalkıp "e tabii, zira Shakespeare kumpanyasıyla sadece saraylarda değil, kasabalarda da oyunlarını sergiledi, halka hitap etmesi çok normal" diyebilir mi? Teşekkür ederim, biz bilmiyorduk sanki! 8P) laf sokmalarıyla beni hem şaşırtmış hem de epey takdirimi toplamıştı.

Much ado about nothing’in Kenneth Brannagh, Emma Thompson, Keanu Reeves ve Denzel Washington’lı (evet, Denzel Washington yazdım, bir şey mi diyecektin birader?), ah bir de Claudio’yu Ölü Ozanlar Derneği ve House’un Wilson’ı oynuyor, işte o versiyonunu izlemiştim yıllar önce, onu da çok iyi olarak hatırlıyorum ama bu daha bir yakın geldi bana (Buffy, Angel, Firefly kadrosu desem? – Benedickt’i de Alyson Hannigan’ın gerçek hayattaki kocası oynuyor imiş, Angel kadrosundan, görseniz tanırsınız. Düşes’le şaşırdık, maşallah dedik bir de.).

Sonuç itibarıyla: Shakespeare’i takdir edip kanımca anlayabiliyorum, zevk alabiliyorum, kafa bir ağabeyimiz imiş.

Gelelim diğer arkadaşlara: şimdi biliyorsunuz, sanat dünyamız, epey göreli bir dünya, kral çıplak vakaları sürekli karşımıza çıkıyor — hele de resimde: ya nasıl bir sanat dalıdır ki bu, bir şeyin orijinal olması milyor dolarlar fark ettirir, sen beğendin mi? E daha ne? Onu Picasso yapmışsa "olala!", pikaçu yapmışsa "aaaa!" Bu olaya karşıyım. Ha, Picasso’yu çok mu anlıyorum, hayır, hiç anlamıyorum, ama resimden anladığına inandığım insanlar "ow, Picasso!" deyince, ben de "vardır bir bildikleri" diyorum. Edebiyatta da böyle değil mi? Benim zevk aldığım bir dolu adamı bir başkası (diyelim ki şu arkadaş) okusa, bir şey anlamasa haksız mı? Belki on bin gönderme, ince tesbih (tezbik) filan var, anlamayabilir, bak ben de Picasso’yu anlamıyorum. Ama sokakta bulunan bir tabloyu kimin yaptığını bilmeden değerlendiremiyorsan, o zaman pardon arkadaş (şiirlerde de var bu, haaaaa, soyut oluşundan dolayı yoruma açık, o yüzden kimin yaptığı önemli — bak bunu ben de söylerdim, eylemlerin yanında kimin yaptığı, niyeti de önemli, o muydu yani… tamam o zaman…)

Ama yine de Jeff Koons (ve yanına da şu öbür zibidiyi koyalım, adını hep unuttuğum Daniel miydi, şu mücevherli kurukafa, kesik koyun/köpek balığı Hearst müydü — bakıyorum, bir saniye… evet, ikisi de imiş: Damien Hirst (bugün formumdayım)) yahu! Puppy’si ne güzel ama bir yere kadar. Buradan bir kere daha "sanatçılar ölümlerinden önce ünlü olmamalı, değerleri bilinmemeli savımı yinelemek isterim – çok isteyen yapsın, bir depoya koysun, ölünce bakarız, gerekirse överiz.

Bana ne!

Hamiş: Yazı, ahkamlarım, karalamalarım giderek vaktiyle çevirdiğim bir muhabbete dönüşegeldiğinden ötürü yayınımıza burada ara veriyoruz, iyi geceler sevgilerler emrelerler…

Hamiş #2: Neredeyse unutuyordum! Filmi seyredecek olursanız mutlaka şu (http://nfs.sparknotes.com/muchado/) siteden faydalanmanızı tavsiye ederim, yoksa özellikle de Dogberry’nin (Nathan Fillion bütün bönlüğüyle şaheser yorumluyor) enfes muhabbetlerini kaçırabilirsiniz! But masters, remember that I am an ass, though it be not written down, yet forget not that I am an ass… | Benedick’in Margaret’ten sone için yardım istediği sahnede de meğerse bel altı muhabbet gırla gidiyormuş, o kısmı da gözden geçirin izlerseniz.

Hamiş #3: Birmingham’dan sevgili YM yazmış: "Ben bütün Shakespearleri okuyup, izledim, şimdi ne yapmalıyım?" diye soruyor, ki cevabı çok basit efendim: Rosencratz & Guldenstern are Dead (çok entelseniz, kipatını da okuyun, biz filmini görüp beğendik. Tarlakuşuydu Jülyet mi, hayır.)

İlhan İrem’le kalın.. (ben yatıyorum)