Ataç sizi seviyor!…

abaylamak: dikkat etmek
açınlamak: keşfetmek
adsı: zamir
ağdık: kabahat
ak töre: ahlak
algınlık: aşk
boyak: renk
bölem: parti
bölünsüz: atom
bilisizlik: cehalet
buğulu: vapur
durul: devlet
düşsül: hayali
ertek: masal
görmük: tiyatro
köğük: mısra
öldürüm: cinayet
sazın: kağıt
sevince: müjde
tansıklamak: hayran olmak
tapa: rağmen
tellim: daima
yancık: cep
yoluğ: fedakarlık
yüz: sebep

ne zaman birisi gayet ciddi bir biçimde saçmasapan bir uydurma olan "göksel götürgeçli konuksal avrat"ı (ya da türevlerinden birini) kullanıp bilgiç bir şekilde "halkın kendisine yabancı gelen kelimeleri kabul etmeyeceğini, sözcüklerin uydurmakla türetilmeyeceğini, vesaire vesaire" manalı söyleve kalkışsa aklıma iki şey gelir. Birincisi Yiğit Özgür’ün bir karikatürü, ikincisi iki kelime: buzdolabı ile ayakkabı.

akım: cereyan
akış: ritim
alan: sahne
anı: hatıra
araç: alet
arı: saf
asalak: parazit
aşağılama: hakaret
aşama: hiyerarşi
aşırılık: ifrat
aygıt: alet (bkz. araç)
ayraç: parantez
ayrıcalık: imtiyaz
ayrıntı: teferruat
bağnaz: mutaassıp
beğeni: zevk
bellek: hafıza
bengi: ebedi
biçim: şekil
bildiri: ilan
bileşim: terkip, sentez
bilge: filozof
bilim: ilim
bilinç: şuur
birey: ferd
birim: tane
birleşik: mürekkep
bölüm: kısım
bulgu: keşif

(Ataç’ın Sözcükleri, TDK)


— b’deyim daha. Bu kelimelerin (Nurullah Ataç "tilcik" demeyi önermiş kelime ya da sözcük yerine) hepsi türetilmiş değil, tıpkı ilk listede sıraladıklarımın bir kısmının olmadığı gibi. (Bakalım bulabilecek miyim…)

"Onu" bulamadım ama bunu buldum:

Yalın Dil

Anayasa’nın yeni yazımı (yazım sözünü metin karşılığı olarak deniyorum) ile dil işinde büyük bir adım atıldı: Türkçe bir dilden güçsüz değildir: özenle, sevgiyle işlersek, düşüncenin bütün inceliklerini söyliyebilir.

Yeni yazım bu güveni, öyle sanıyorum, daha inanamamış olanlarada aşılayacaktır: alışkanlığı öne sürerek günün eğinimlerine (eğinim: temayül) karşı koyanlar da, Anayasa’daki sözleri artık ister istemez kullanacak, onlarla yazacak, giderek onlarla düşünceklerdir. Onlara bir ısındılar mı, öteki sözlerin de onlara uygun olmasını kendiliklerinden ararlar.

Özge bir büyü vardır dil pınarında! bir yol içen bir daha alamaz kendini. İlk günlerde hangimiz durumsamadık? hangimiz: "Boşunadır bu çabalama!" demedik? Doğrusunu söyliyelim, hangimiz eğlenmedik? hangimiz "Bizim olgun, tatlı dilimizi bozuyorlar!" deyip kızmadık? Eski dilin daracık sınırları içine kapanmış olduğumuzu duymuyor, onun yapma parıltısını göğün ışığı sanıyor, dudak kıvırdığımız uğraşmaların gerçek genişliğe kavuşmak için olduğunu anlamıyorduk. Büğün durumsıyanlar, inanmıyanlar, anlamıyanlar da ağızlarını Türkçenin yaratıcı suyuna değdirince bizimle birlik olacak, yerdiklerini, güldüklerini unutup bizimle çalışacaklardır. Dileriz geçsinler bizi!..

Türkçecilik akışına katılmıyanların suçu, hep kurulmuş diller üzerinde düşünmeleridir. Büğünkü Fıransızcayı, Alamancayı, İngilizceyi ele alıyor, onların olgunluğuna vuruluyor: "Böyle mi bizim dilimiz?" diyorlar. Değil öyle. Ancak biz de deriz onlara: "Neden şimdiki Fıransızcaya bakıyorsunuz? XVI. yüzyılın büyük Fıransız yazarlarını, Amyot’u, Rabelais’yi, Montaigne’i okusanız a! Onlar da düşündüklerini söyliyebilmek, istediklerini anlatacak sözleri bulmak için çırpınmıyorlar mı? Bir söz uyduruyor, sonra onu beğenmiyor, bir başkasını arıyorlar. Şimdi sizin pek sevdiğiniz, pek kıvrak bulduğunuz Fıransızca onların emeklerinden doğmuştur. Açın Du Bellay’nin Defense et illustration de la langue française (Fıransız dilinin savunup (savunmak: müdafaa etmek) ünlenmesi) adlı betisini, Fıransız dilinin LAtinceye göre güçsüz, kurak olduğunu söyliyenlerden yakınıyor, bir gün Fıransızcanın gelişeceğini, Latinceyi geçeceğini bildiriyor. Siz onun bildirdiği günlere yetişmişsiniz, önceden neler olmuş, orasını araştırmıyorsunuz. Fıransızcanın başarabildiğini Türkçe neden başaramasın? Bilin ki bir dil, bir dilden aşağı değildir. Biri nereye barmışsa öteki de varabilir. Güveniniz, seviniz, yüreğinizde dilinizi işlemeğe, genişletmeğe gerekli od olsun, yeter."

Neden tâ Fıransızcaya gidiyoruz? Kendi dilimiz üzerinde duralım. Büğün Osmanlıca dediğimiz… Gücüme gidiyor Osmanlıca demek; severim o dili, bizimdir de onun için. Arapçadan, Farsçadan birçok söz almış, gene de onlara bizim kokumuzu, bizim tadımızı sindirebilmiş. Fuzuli, Baki, Nedim Osmanlıca mı yazmışlar? Nevai’nin yazdıkları da Arapça, Farsça sözlerle dolu, Herat’a da Osmanlı kenti mi diyeceğiz? Türkçedir hepsi. Naci bile "Yegâne sevgilimizdir lisan-i osmani" derken Türkçe düşünmüş Türkçe söylemiştir… Neyse kolaylık için ben de Osmanlıca diyeyim.

Büğün Osmanlıca dediğimiz Türkçeye bayılanlar, genişliğini gücünü tansıklıyanlar (tansıklamak: hayran olmak) var. Ancak onlar da Baki’den bu yana gelmiş ozanlarımızı okuyorlar. Osmanlıcanın kurulma çağına baktıkları yok. Şeyhi’yi, Ahmet Paşa’yı, Necati’yi, daha öncekileri okusunlar, hepsinin aramakta olduklarını, düşündüklerini, duyduklarını söyliyebilecek bir dil edinmeğe çabaladıklarını görürler. Onların bin bir eksiği, bin bir uygunsuzluğu olan dillerinden Bak’nin Naili’nin o güzelim dili nasıl çıkıvermiş? Fuzuli eline aldığında Osmanlıca daha olgun değil ,bir "diken" daha: Fuzuli gene de dudak bükmemiş, atmamış onu: "Nevbahar olgıç dikenden berk-i gül izhâr olur" deyip çalışmış.

XVI. yüzyıl Fıransız yazarları, Baki’den önceki Türk ozanları ne yapmışlarsa biz de şimdi onu yapmağa çalışıyoruz. "İçimizde bir Rabelais, bir Montaigne, bir Şeyhi ile bir Necati mi var sanki" diyeceksiniz. Biz de size karşılık şunu deriz: "Bir yol sorarız size: içimizde öyle kimseler olmadığını ne biliyorsunuz? Rabelais ile Montaingne ortaya: ‘Büyüğüz biz!’ diyerek mi çıkmışlar? Dillerini kurmak için ellerinden geleni yapmışlar. Onların büyük olduğu kendilerinden yıllarca sonra anlaşılmış. Biz de elimizden geleni yapıyoruz. İçimizde gerçekten büyükler varsa, yüzyıllar onların da değerini belirtir. Diyelim ki yoktur, ne çıkar olmazsa? Büyük değiliz diye elimizden geleni de yapmıyacak mıyız? bizden sonra geleceklerin işini biraz olsun kolaylaştırmağa çaılışmıyacak mıyız? Daha ilerisine gidelim: Türkçenin gerçekten büyük yazarı sayılacak, Montaigne gibi, Amyot gibi bir dil kurmak gücünü gösterebilecek kişi gelince, bizim emeklerimizden assılanmıyacak, yenibaştan başlayıp hepsini kendi kuracak. Varsın öyle olsun! biz dilimize sevgimizi, inancımızı göstermiyelim mi?

Anayasa’nın yeni yazımı dil işinde büyük bir adımdır; ancak bir sonuç değil, bir başlangıçtır. Bize birkaç söz getirmiştir, onlara sevindik; gene de doğrusunu söyliyeyim, ben onun getirdiği sözlerden çok getirmediklerini, getirmekten çekindiklerini düşünüyprım. Hepimizin bildiğimiz, kamuya dek işledikleri söylenerek birçok Arapça sözler bırakılmış. Doğru, millet sözünü hepimiz biliyoruz, ulus, budun sözlerini ise yadırgıyoruz. Yalnız iş bilmekte, alışık olmakta, yadırgamakta değil. Bu düşünce ile gidersek belki bir sözü bile kaldıramayız. Mebus‘u da hepimiz bilmiyor muyduk? milletvekili‘ni yadırgamıyacak mıyız? millet ile vekil sözlerini birleştirmekle, bir arada yazmakla iş bitmez… Gene Türkçe değildir. Neden bir arada yazacağım? Çoğulunda milletvekililer diyebilecek miyiz? Onların birleşmesi yapma bir birleşmedir; dilimizin öz kurallarına uygun değildir. Yadırganacak olduktan sonra milletvekili yerine başka bir söz de alınabilirdi. Müdde-i umumi‘yi hepimiz değilse de çoğumuz biliriz; savcı, başsavcı sözlerini ise yeni öğreneceğiz. Demek ki alışkanlık, yadırgamak bir ölçü olamaz. Hele hazır üye sözüne ısınamadım. Hazır, amâde anlamında Türkçeleşmiştir; ancak bir yerde bulunan anlamında kamunun diline işlememiştir. Belki bir "Allah her yerde hâzır u nâzırdır" sözü kolayca anlaşılır. Orada da hazır değil, hâzır… Uzatma imini istediğiniz kadar kaldırın, o gene oradadır, orada hâzır‘dır. Bunlar gibi daha birçok sözler üzerinde durabiliriz.

Durmıyalım. Biliyoruz, bu büyük adım bir ilk adımdır. Birkaç yıl geçsin bu yeni yazımda da değişiklikler olacaktır. Dil günden güne Türkçeleşiyor, arılanıyor, yalınlaşıyor. Anayasa’nın getirdiği sözlere çabuk alışacağız, pek yakında onun dilini eski bulacağız. Öyle olunca da gene çevrenin sıkısına uyulup belki gene çekine çekine Anayasa’yı yeniden yazacaklar. Şimdilik Anayasa’nın da, bütün kanun dilinin de öztürkçe yolunu tuttuğunu bilmemiz yeter.

(Günlerin Getirdiği, YKY)

(…) Niçin çıkıyor Türk Dili dergisi? İlk sayısının başında söylüyor; türkçeyi sevenleri, türkçeye inananları, türkçenin yeni isterlere uygun bir dil olmasına çalışanları bir araya toplamak için çıkıyor. Bir araya toplıyacak da dil birliği etmelerini mi sağlıyacak? Hayır, karışmıyacak onların kullandığı dile, onlara yol göstermiyecek, bir güdüm altına almıyacak onları, Türk Dil Kurumu’nun yaptığı kelimeleri kullanmalarını buyurmıyacak, özgürlüklerini, yani hürriyetlerini daraltmağa yeltenmiyecek. Türkçeyi sevsinler, türkçeye inansınlar, yeter bu onun için. Türkçeyi sevsinler, türkçeye inansınlar da Türk Dil Kurumu’nun yaptığı kelimeleri beğenmesinler, zarar yok, kendileri daha iyilerini, daha doğrularını arasınlar, bulsunlar, yaysınlar. Bunun için isterlerse birbirileriyle çekişsinler, Türk Dili dergisi içinde çekişsinler, ona da razıyız. Onların gönüllerindeki sevgiden, inandan yarının ışıklı dili doğacağını biliriz onun için.

Türkçeyi sevmek, türkçeye inanmak ne demektir? Büğün birtakım yazarlarımız var, dil devrimine dudak büküyorlar. Gücün, yani zorla uydurulmuş bir iş olduğunu söylüyorlar, Türk Dil Kurumu’nun bunca yıldır çalışmalarının boş olduğunu, bir şeye yaramadığını, bir ihtiyacı karşılamadığını söylüyorlar. Onlar da türkçeyi sevmiyor mu? onlar da türkçeye inanmıyor mu? Biz, türkçeye yalnız biz inanıyoruz mu diyoruz? sevgiyi, inanı tekel altına almağa mı kalkıyoruz? Halide Edip Adıvar, Şekip Tunç, Fuat Başgil, Ziyaeddin Fındıkoğlu, kısacası bizi beğenmiyenler, bizden olmıyanlar, türkçenin düşmanı mıdır? onlar da "ak ğınlı" kimselerdir. Kendilerine "ak ağınlı" dediğim için kızmasınlar, gücenmesinler, kötü bir söz değildir "ak ağınlı" demek. Hani onlar "hüsnüniyet" demiyorlar mı? işte onun türkçesi. Kaba türkçesi, doğrusunu ararsanız ince türkçesi… Onlar da ak ağınlı kimselerdir, onlar da türkçenin iyiliğini isterler, ama işte böyle "hüsnüniyet" gibi yabancı sözlerin türkçesi olabileceğine inanmıyorlar, bizler eski yazılardan bulup gösterdik mi, yahut kendimiz yaptık mı, onları da beğenmiyorlar, arapçası kalsın, farsçası kalsın diye direniyorlar. İşte bu yüzden bize onlar türkçeyi sevmiyor, türkçeye inanmıyor gibi geliyor. Ne denli ak ağınlı olurlarsa olsunlar, türkçenin kendi yağı ile kavrulmasını, bağımsız olmasını, kendi varı ile gelişip genişlemesini uslarına bir türlü yediremiyorlar. Biliyoruz onların da türkçeyi sevdiklerini, türkçeye inandıklarını, ancak onların sevgisi, onların inanı bizimki gibi değil. Onlar kendi sevgilerini, kendi inanlarını yaymağa çalıştıkları gibi biz de Türk Dili dergisinde kendi sevgimizi, kendi inanımızı yaymağa çalışacağız. (…)

(Bir Dergi – Söyleşiler, YKY)


"Onu" bulamadım, benzer iki alıntı buldum:

Sevemiyorum şu "genel" sözünü: "general" sözüne benzesin diye kurulduğu besbelli; sevmiyorum ya, daha bir iyisini bulamadım, hepil‘i hepsil‘i bir denemeli.

ile

"Ben uydurdum bu sözü. Pek de beğenmedim. Şimdilik bir iyisini buluncaya değin böyle diyeceğim."

Resim yok; okumayıverin e siz de!

“Ataç sizi seviyor!…” için 3 yorum

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir