Şarkılar seni söyler, dillerde nağme adın…

Pazartesi günü (6 gün önce), aklıma bir şarkı takıldı, ama ne takılmak! Shazaam, şu ıslıkla, mırıldanarak şarkıyı bulmaya çalıştığınız bütün programlar/siteler de hak getire. Sözleri biraz biraz hatırlıyordum — hiç hatırlamasam daha iyi olacakmış ya! Google’da saatler geçti ("all ever I wanted, all the things I ever needed, it was you…" falan filan ve hayır sevgili Prof. Google, Depeche Mode – It’s understood değil, rica ederim, o kadarını ben de biliyorum). Bengü’ye sordum, bilemediler, bulutlara yalvardım söylemediler, böyle iki gün geçti…

Sonra nasıl oldu, tam olarak hatırlayamıyorum şimdi (bilinçaltımdan gelen yardımları da yadsıyamam şimdi), kafamdaki vokalden yola çıkarak, Heart, Bonnie Tyler, onlara da uğradım, "Best of…"larını birer birer dinledim. "Kansas" diyordu bilinçaltım, ya da öyle bir şey ama vokal uymuyordu, neyse işte bir anda Kansas değil de Texas (İspanyolca’da buradaki, Mexico’daki ve Don Quixote’deki ‘x’ eski okunuşu olan "h" ile söyleniyor bu arada) yazdım ve voila: Texas – I’ll see it through. Youtube’den açtım, karşıma Jean Reno çıktı ama sanki vokalistle photoshop’ın video karşılığı ne ise işte onunla "montajlanmıştı", değilmiş, hakikaten Jean Reno oynamış klipte, filmlerinden apartma değil imiş (ayrıca Jean Reno da gerçekte Fransız değil, Franco döneminde İspanya’dan Fas’a kaçmış İspanyol bir ana-babanın Juan Moreno y Herrera-Jiménez adındaki evlatlarıymış – insan belli bir şey aramadan bir şeyler aradığında ne çok şey buluyor (bu da meşrebimizde güzel bir film olan Zero Effect‘in bize öğrettiği bir olgudur, bu arada). Şarkı öyle çok büyük bir hit olmamış, benim bilişim de ailemizin yılbaşı filmi olan Love Actually’den imiş (ve Liam Neeson’ın eşi hakikaten de vefat etmiş 2009’da (Love Actually’nin yılı 2003) / geçenlerde arkadaşlara "ya bu adam niye böyle bir anda asan kesen boyun kıran saçma sapan film oyuncusu oldu?" diye dert yanıyordum da, onlar söylediler "karısı öldükten sonra ancak böyle başa çıkabiliyor sanırız" diye, oradan öğrendim).

Neyse, ne diyordum, ben bu şarkıyı ("I’ll see it through") arayadorarkene, aklıma çok da lazımmış gibi bir başka şarkı takıldı ama o kolay gibiydi çünkü gerek ritm, gerekse kafamdaki vokal favori grubum bariz şekilde Lucky Soul’u işaret ediyordu. Zaten hepi topu iki albümleri olduğu, hem de dinlemeyi sevdiğim için baştan sona tadını çıkardım ama yoktu işte aradığım şarkı. Sonra, "yoksa…" diyerek bir de the Cardigans’a danışayım dedim ve ikinci amiral gemimi de bu sayede vurabildim (The Cardigans – Godspell / "you can hear it in the beat they march to / you can feel the earth shake when they start to dance / you can tell by the way they move you / its not murder its an act of faith baby" kısmı).

E ben daha ne isteyeyim? Hallelujah! (tam da bu noktada Jake geriye doğru parendeler atmaya başlar)


Dizi dizi inciyim..(bu başlığı vaktiyle kullanmamış mıydım?)

Evet kullanmışım, 8 sene önce. Filmlerle aramız bozuk (geçen gün "Albino Noi" ve "Voksne Mennesker"in yönetmeni Dagur Kari’nin "The Good Heart"ını izledik, o güzeldi bak) ama dizi derseniz, ohoooo memur bey.

Çoktandır böyle derli toplu bir dizisi yazmamıştım ama sevgili kraliçemin son posket‘ini de seyredince, iyice motive oldum. Oradan öğrendim ki, Community ile Growing Up Fisher iptal olmuş: Growing Up Fisher, acemiliklerine karşın, dengeli bir diziydi, birkaç damla yaş düştü, çok ağlamadık; Community, evvelden hastası olduğumuz bir diziydi, ama muhterem therapy? elemanlarının da dediği gibi "there’s nothing darker than love that’s gone sour" (Bowels of Love). Futuruma’da da, Arrested Development’da da böyle olmadı mı! Yıllardır (yakında 15. zafer senesine gireceğiz, bu vesileyle) söyledim, söylüyorum, söylerim: giden sevgililer asla ve de asla ve asla geri dönmemelidirler, "giden sevgili" oldukları gerçeğini o güzelim gözlerinden, güzelim endamlarından ve güzelim her şeylerinden asla çıkarmamalıdırlar. İki taraf için de üzücü oluyor öbür türlüsü.

Parks and Recreation (ki gönlümüzde tahtı vardır) seneye veda edecekmiş, zaten sezon finalinin son 5 dakikasında epey uçtular, vedaları muhteşem olacaktır, eminim. Psych da veda sezonuyla ilerliyor, onunla da tadında ayrılacağız. Castle da bitebilir artık, halen izlemekte olsak da yokluğunu çekmeyecek bir noktaya geldik. Bu kulvarda (Psych, Castle, etc..) ele alageldiğimiz bir diğer dizi olan Person of Interest büyük plot’a kilitlendiğinden beridir, tadından azaldı, olsun. Sherlock’u ilk sezondan sonra bırakmıştım, ocak ayında THY’de yer bulamadığımdan Lufthansa ile uçunca gidiş-gelişlerdeki 5 ve 7 saat Münih aktarmalarında 2. ve 3. sezonları aradan çıkarmış idim (hele de 3’ün ilk bölümü!), şimdi Bengü’yle çok ama çooooook zamanımız olduğunda izliyoruz. Bir ara da Lucy Liu’lu Elemental’a başlamıştık, gittik birkaç bölüm ama orada kaldı (kötü olduğundan değil de uzun olduğundan, bir de nerede coşku kardeşim? Lucy Liu’ya sakinlik hiç yaramıyor (Manavım ben manaaaaav!)).

Geride bıraktığımız dizileri buraya alalım, sahnenin önünde toplanıp "Samanyolu"nu söyleyelim, el ele tutuşalım (geçenlerde favori gruplarımdan Mecano’nun (80’ler İspanyasının 80’ler Türkiyesinin Sezen Aksu’su gibiymişler) 2000’lerde bir TV programında bir araya gelişinin görüntülerini izledim, üzüldüm de üzüldüm (ABBA neden bir araya gelmiyor? Çünkü akıllılar, İsveçli onlar!)): Threesome, Dirk Gently, Breaking In…  Threesome‘ı hala arıyoruz, bambaşka bir şeydi o. Bir karakterini Sherlock’un "The Dog of the Baskerville" bölümünde, bir diğerini Moone Boy’da yeni resim öğretmeni olarak gördük de, hasretimiz depreşti, ne deli komşumuzdun sen Fahriye Abla!.. Dirk Gently’nin devamı gelir belki – Stephan Mangan elindeki on bin karpuzun bir kısmını (biz Episodes kalsın deriz, düşes Jeeves & Wooster’ı tutmak ister, Mangan’ın da işi zor şimdi Allah için…) yere koyarsa (şimdi baktım Wiki’ye, "ncık" imiş, yok yani devamı filan).. Geçen Veep’i seyrederken tanıdık bir oyuncu çıktı da, nereden, nereden, aradık bulduk: Dirk Gently’deki ciddi, vakur sidekick değil miymiş meğer! (Darren Boyd) Veep de güzel gidiyor, Web Therapy’yi severek izlerken bırakmıştık artık oradaki "kötülüklere" dayanamayarak, aynı gerilim -farklı bağlamda olsa da- Veep’de de bolca var (Bengü cumhurbaşkanlığına adaylığını koymayı düşünüyordu nicedir, çok şükür bu dizi onu bu fikrinden vazgeçirdi 8P). Breaking In, Sui’ciğimin bana tavsiyesi idi, bayıla bayıla izledik, gidişine de, hem de öyle zamansız gidişine yandık, yanarız (hele de ikinci sezonda Megan Mullally kadroya eklenince daha da süper olmuştu!).

Kışın açıkta kalmamak için (aslında diziler söz konusu olunca yazın demek daha doğru oluyor), arada depreşir, dizi avına çıkarız. Geçen haftalardan birinde Bengü’yle Breaking In’in rasgele açtığımız bir bölümünü seyrederken (bu aralar bir de Pushing Daisies’i yeniden seyretmeye başladık, ah bütün o witty kelime oyunları! / siz "puns" diye okuyuverin), dizide iki kere görünen, esas oğlana lisedeyken aşık olup, şimdi aynı okulda müzik(?) öğretmeni olan kızcağızın ne kadar da sağlam bir minör (do) karakter olduğunu takdir etmiştim ki, işte, ne diyordum, hah, arada, kışı geçirmek için dizi falan, işte onları cevizlerin yanına koyarız, bir yandan cevizleri yerken (sincap!) bir yandan da dizi izleriz (sincap!), dizi avına çıktım: Ground Floor, Jennifer Falls, Uncle, Dag, Sirens, Neighbors.

Ground Floor, Scrubs’ın amcası Bill Lawrence’ın son projesi, Scrubs’dan sevgili John C. McGinley (Dr. Cox) burada abartılı bir oyunculuk sergiliyor (Scrubs’dan o gelince, belki Christa Miller (Scrubs’da Jordan, gerçek hayatta Mrs. Bill Lawrence) da gelir diye boşuna umutlandık), asıl oğlan da fena halde Bizimkiler’in Ali’sine (Atılay Uluışık) benziyor (halbuki bu rolü hazır HIMYM da bitmişken Josh Radnor’a vermeliydiler (Ted Mosby) [peki ya gönlümüzün sultanı Greta Gerwig‘in HIMYF‘da oynamasına ne diyoruz? Oyyy oyy oy!..] nokta / Jennifer Falls da My Name is Earl ve çoktandır selamı sabahı kestiğimiz, bu sene de bu diyarlardan taşınacaklarının haberini aldığımız (sağolsun kraliçem bir kez daha) Raising Hope‘u yapan amcanın olmalı, ne diyordum, ne diyordum, evet, işte onu denemek için açtığımızda hızlı hoşbeş’ten sonra bir anda karşımıza satırlar satırlar önce bahsettiğim Breaking In‘deki minör, tatlı, kocaman, sevimli kızcağız kötü kadın rolüyle çıkmadı mı! Hem de bu olay bizim Breaking In‘i seyredip de kendisini andığımız günün hemen ertesi akşamı olmadı mı! Yaaa, ürktüm telopotik güçlerimizden, ben önceden sevmişliğim olduğumdan da Jennifer’dan (Joyce) çok onu haklı buldum. Bir de Missi Pyle niye/nasıl hiç yaşlanmıyor? Uncle, bu senenin açık ara muhteşem girişi oldu, çok tavsiye ederim, Daisy Haggard da oynuyor, daha ne olsun? (onunla daha evvelden birkaç bölüm izleyip vazgeçtiğimiz meh bir komedi olan Parents‘da da karşılamıştık; dizinin en komik şeyiydi diyebilirim – bu arada bağlantı vermek için gittiğim wiki’de birinci sezonunun ardından iptal edilmiş olduğunu öğrendim, İngiliz sezonu dediğin zaten epitopu 6 bölüm olduğundan, belki de yarıda bırakmamışızdır ama kim takar..) Uncle yani, izleyin mutlaka, şarkılı türkülü, kötü mizah, altın kalp. Dag bizi hiç açmayan bir Norveç komedisi idi, denedik, hemen bıraktık, Norveç komedisi diye bir şey olmadığını ayırdsadık (ayırdsamak?). Sirens’i de AV Club çok övmüştü, açtık baktık, Scrubs’ın son (+1) sezonunda asıl oğlan, Castle’ın da Nemesis’i olan oğlan oynuyor, iki üç sene kalırsa toparlanır zannederim. Neighbors, konusu itibarıyla (insan kılığındaki uzaylılarla komşu olan bir Amerikan ailesinin başından geçen, güldürürken düşündüren, farklılıkların değerini ve uyum içinde yaşamayı anlatan….) pek vasat olmasını beklediğimiz bir diziydi ama süper bir dizi olmamakla birlikte, boş geçtikleri bölümleri de yok (şimdilik, geriden takip ediyoruz – Dick Butkins’in Halloween’de yaptığı anne/baba taklidi mesela, öte anlarındandı).

Happy Endings de sonlanmış; o da dizi arayışında, elde dizi kalmayınca cevizlerin yanında birkaç tane çıtlattığımız meh dizilerdendi.

Gelelim yılın dizisine: Brooklyn Nine Nine. Parks and Rec tadında, misler gibi bir dizi, ailecek hastasıyız, karnımıza ağrı giriyor her bölümden sonra: hem entelektüel, hem -siz nasıl diyor?- "avam". 8) Heyecanla bekliyoruz yeniden başlayacağı günleri (28 Eylül / yaşama sebebi 8P).

Yılın dizi bölümü:
Moone Boy: Babaların dayanışma yaptıkları bölüm

Ne çok yazdım, bu kadar yeter!

demiştim ki, kraliçe’nin posket‘inden not aldığım denenecek dizileri hatırladım: Crossbones, Hannibal, Reign.

Ha, bir de Louie’yi bıraktık nicedir, borç isterse bizim adımıza filan vermeyin sakın, ilişkimiz yoktur.

(Şimdi fark ettim ki hiç resim koymamışım, Kraliçemin resmini koyayım, değil mi ki kalplerin yanında, dizilerin de kraliçesi a!)


(Breaking Bad’i hiç seyretmedik, 22dakika’yı ilgili yerlerden takip etmedik;
o yüzden birisi bana "Özür dilerim merbabu" ne demek, açıklayabilir mi?)
— sonradan not: e, açıklamış ya Dee zaten yorumlarda!
8P oku adam oku! (Kraliçe zaten benim aklımı okumuş 8)

Issız bir adaya düşersem yanıma alacağım(?) n şey

 Değerli yolcumuz,

Sebebiyet verdiğimiz rahatsızlıktan dolayı özür dileriz. Eşyalarınızı en kısa sürede bulup size ulaştırmak için elimizden geleni yaptığımızdan emin olabilirsiniz. Bu arada, lütfen size vereceğimiz gecelik ihtiyaç çantasını kabul ediniz. Bu çantanın içeriğinin sizin için faydalı olacağını umuyoruz.

Bilgi için:
Tel: xxx
E-mail: bat@thy.com [email adresini ben uydurmadım, ama sizin de aklınıza Turgut Özben gelmiyor mu? 8P]

THY Survival Kit
From Bilbao, with love… 8)

Leylek, leylekler ya da Bizim Büyük Çaresizliğimiz

leylekGeçen hafta çok sevdiğim bir hocama, hediye olarak Bilge Karasu’nun ilk kitabı olan "Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı"nı almıştım. Bilge Karasu’yu da çok severim; sohbet gibi yazdığındandır mıdır, o kadar kipatını okudum, hepsi uçup gitmiş. Hediye alışımı vesile sayıp, yıllardan sonra bir kez daha okumaya başladım. Dingin, acelesi olmayan, her kelimenin tadını çıkarırcasına, tek tek tartarcasına, neredeyse temkinli bir anlatış. Bezginlik de sezdim sanki bu okuyuşumda. Yeni bir başlangıcı anlatan bir hikayede bezginlik tabii ki olmalı. Sonlara doğru, yorucu gününün akşamında, Andronikos başını kumsalın taşlarına yorgunlukla dayar, gökyüzüne bakmaktadır:

Başını geriye atıyor, kayaya dayıyor. Uyumak istemiyor. Güneşin batmasına en az üç saat vardır daha. Gözünü yumarken gökten bir şey geçiyor. Açıyor yeniden gözünü.

O zaman, ilk leyleği görüyor. Çirkin, oranları bozulmuş bir haç gibi. Uzun gaganın ucundan küçücük başa, uzun, eğri büğrü boyundan tulum gibi şişkin gövdeye, uzun, çöp gibi, sırık gibi, biribirinden ayrı, her an gövdeden ayrılıverecek, kopuverecek, yere düşüverecek gibi duran iki bacaktan çocukların duvarlara çizdikleri resimlerdeki parmaklara benzeyen uzun, çöp parmakların ucuna doğru sürüp giden biçimsiz bir çizgi; bu çizgiyi gövde üzerinde kesen enli, kırık kırık, gevşek, yeli kesilmiş yelkenler gibi kanatlar…

Bu leylek, havada, dikine yükselirken, sağdaki kayalığın arkasından birkaç leylek daha göğe ağıyor. Andronikos anlıyor. Leyleklerin göçü bu. Her yıl çocukların heyecanla beklediği, büyüklerin gülerek, alay ederek seyrettiği, yaşlıların, bir leylek göçü daha görmüş olmanın sevinciyle acısı arasında, kışın nasıl geçeceğinin imi diye uzun uzun yorumladıkları göç… Leylek göçü… Gene silkiniyor.

Andronikos, şu anda, ne çocuk, ne yetişkin, ne de yaşlı.

Heyecan duymuyor, gülmüyor, sevinçle acıdan uzak, yorumlamıyor… Yalnız hayranlık duyuyor.

Başta uçan leyleğin arkasından gelen öbek de şimdi daha yüksekte. Andronikos yerinden fırlıyor, soldaki kayalara tırmanıyor, çakıllığın öte yanına atlayıp basamak basamak duran kayaların tepesine çıkıyor. Yarın üstüne doğru, bütün hızı ile tırmanıyor, sabahleyin erişmek için bunca güçlük çektiği kayanın üzerinden biraz daha ileriye, biraz daha yükseğe çıkabilmek için uğraşıyor. Düz bir yer bulunca, leyleklerin nereden geldiğini anlamağa, kestirmeğe çalışıyor.

O zaman, uzaktan, tepenin doğuya bakan yamacının hemen altından bir leylek ordusunun yavaş yavaş çıktığını, havalandığını, yükselmeğe, yaklaşmağa başladığını görüyor.

Oturuyor. Leylekler yavaş yavaş yüz oluyor, bin oluyor. Kara bir yol, adanın arkasında alçalan güneşin kızarmağa başlayan ışığında, bir ağararak, bir turuncuya vurarak, tepenin dibinden gökyüzünün orta yerine doğru köprü gibi uzamağa başlıyor. Leylek öbeklerinin kimi düzgün, düzenli, kimi düzensiz uçuyor kalkışta. Ama sonra, gökyüzüne doğru yükselirken, kendiliklerinden bir düzene giriyorlar. İlk gördüğü leylek şimdi çok yüksekte, çok uzakta, ufacık.

Yeryüzü ile gökyüzü arasındaki köprü uzadıkça uzuyor. Leylekler, bütün gökyüzünü dolduracakmış gibi uçuyor. Oysa, rengi arada bir değişen şerit, gitgide düzgünleşiyor. Leyleklerin takırtılarına, gürültüsüne, arada bir, martı sesleri karışıyor. Gitmedikleri, gitmeği tasarlamadıkları için, leyleklere kendilerinden ne kadar ayrı olduklarını söyler gibi çığrışan martıların sesi…

Bu aralar halim (elini avucu aşağıya bakacak şekilde uzatır, sağa sola dalgalandırır, dudağını büker) "(m)eh işte", pek tadım yok. Üzerimde bir yılgınlık var, nicedir atamadığım. Geçen gün Bay T. (ki sanıyorum Bay OBM’nin de geçen günkü blog girdisinde bahsettiği kişi olmakta) Barış Bıçakçı’nın "Bizim Büyük Çaresizliğimiz"den alıntıladığı bir pasajla Ankara, nostalji ve yumurtacı üçgeninde yol alıyordu. Barış Bıçakçı’ya geçen seneydi sanırım, çok iyi niyetle ve heyecanla başlamak istedim, kütüphanede "Sinek Isırıklarının Müellifi" vardı, okumaya başladım, kendimi zorladım, zorladım, zorladım… olmadı. Kısmet nispet.

Bizim büyük çaresizliğimiz başlıkta aklıma geldi, kitapla aslında pek bir alakasız yok(tur herhalde) şimdi diyeceklerimin. Biz çocukken filmler iki şekilde biterdi: ya Arnold ya da bir başka kaslı arkadaş kötü adamın omuriliğini bedeninden ayırırdı, bu herkese ders olurdu, ya da daha şık, "entel" filmlerin sonunda filmin başından beri aralarındaki elektriklenmeye şahit olduğumuz kız ve oğlan, binbir kovalamacanın ardından herkesi kandıran kötü yöneticilerin asıl niyetlerini açıkladığı kayıtları bütün TV kanallarında yayınlamayı becerir, bu kötü, çıkarcı, bencil, hilekar, düzenbaz, şöyle, böyle adamların ipini pazara çıkarırdı. Dünyanın dört bir yanında halk ekranlar başında şok olmuş bir halde bunları izler ve film burada, bu zafer anında biterdi. Bize de bundan sonrasının mutlu, tozpembe günlerini düşlemek kalırdı.

Öyle olmuyormuş meğer, onu öğrendim. Gerçi daha evvelden de değinmiştim: modern zamanlar, post-modern algı, herkes haklı, herkes kahraman, herkesin haklı bir sebebi, bir açıklaması var sorsanız (benim bile! Yani başkalarına laf ederken bile, bunu bir eleştiri olarak değil de bir saptama olarak yapmaya çalışıyorum arka planda, karınca kararınca / hem ne demiş ennnn entelektüelimiz: "Teoride iyi bir insanım" (güzelonlu)). [Alakasız olacak ama söylemeden de geçemeyeceğim: ben bunları yazarken, arka planda "Badly Drawn Boy"un adının şimdi "bu ne be! yeter ama!" diyerek durdurmak üzere yöneldiğim müzik listemden gördüğüm üzere  "Pissing in the Wind" olan şarkıları çalıyordu. Neden şarkı söyleyemeyen insanlar şarkılarını, söylemek değil ama, başkalarına da dinletmek ister?].

Haydi en kötüde olduğumuzu düşünelim artık. "Bundan kötüsü olamaz" diyelim, rahatlayalım, "demek buymuş…", bundan sonrası küçük varyantlar. Modern zamanlar.

—————————-
Andronikos gibi başımızı alıp gideceğimiz bir ada yok, ada olsa yeni başlangıçlar için yorulmuşuz artık, leylekler gitsinler, bırak.

Leylek göç yolları – Kaynak: Environmental pollution and biodiversity / Ekaterina Batchvarova‘nın alıntılaması eliyle artık olmayan www.poland.pl/spec/storks sayfası imiş.


Gene daldım, asıl diyeceğim şeyleri demeyi unuttum: Leylekleri severim ben, sanırım sevmeyen yoktur, bilmiyorum. Yapı Kredi Bankası’nın eskiden simgesi çatıya tünemiş leylekti yanlış hatırlamıyorsam — şimdi gittim baktım, mevcut logosu da leylekmiş hala — eğer öncesini biliyorsanız leyleği çıkarabilirsiniz. Galiba Türkiye’ye döndükten sonra İstanbul-Ankara arası yolculuklarda bir ya da iki kez leyleği havada gördüm ama bilinçli olarak (nasıl bir anlam içinde kullanmaktaysam!) son görüşüm İspanya’nın Rioja bölgesindeki bir köy olan Sajazarra’ya (Emma’ların köyü idi, Nergis Hanım’ın köy çeşmesinin musluğu ile ilgili yazdığı şu girdisinde de bahsi geçer) giderken aktarma yaptığımız kasabanın belediye binasının (/kilisesinin de olabilir) kulesinin tepesine yuva yapmışken idi — bir saniye beklerseniz gidip arşive bakayım fotoğrafını çekmiş miyim diye, hemen geliyorum… (ayak sesleri uzaklaşır, ileriden bir kapı açılma gıcırtısı duyulur…) Bulamadım, akşam eve gidince bakarım yeniden, olması lazım. 

==== sonradan giriş ==== aç ==


Eve gelir gelmez eski klasörleri açtım, resimleri de çok uğraşmadan buldum (bu kolaylıkta Nergis Hanım’ın ilgili blogundan tarihi saptamış olmamın da büyük katkısı vardı, ama bundan sonrası için kendime ve tüm dünyaya not: Birilerine, bir yerlere fotoğraf göndereceğiniz zaman, adını tümüyle değiştirmeyin: Eğer fotoğrafın dosyasının adı "100_4545.JPG" ise ve bu "leylekler.JPG" olacaksa, öyle olmasın da, "leylekler_100_4545.JPG" olsun, sonrasında bulmak gerekirse büyük kolaylık sağlıyor…)

Birincisi resmin kendisi, ikincisi ilgili kısmın zoomlanmış hali; altına da google maps’ten Haro’daki o yeri saptayıp sokak görüntüsünü aparttım (Google Maps, bağlantı verse de, street view’a vermiyor, o yüzden siz de benim gibi görmek istiyorsanız sarı adamı "Estación de Autobuses de Haro"nun civarına bırakıp, sağa sola bakınmanız gerekiyor). Haro, Rioja bölgesinin başkenti (başkent dediysem tabii ki bölgesel anlamda – yoksa 10000 nüfusu var), Bilbao’dan oraya otobüsle gitmiştik, oradan da sevgili Sofia’nın annesi, Emma’nın anneannesi Adelina bizi arabayla alıp Sajazarra’ya götürmüştü… Ahh ah!.. Haro’ya bir kere de Manularla, hem de tam bağbozumunu takiben gidecektik…


Haro – Rioja bölgesinin başkenti. http://goo.gl/maps/ZHqHW

==== sonradan giriş ==== kapa ==

Şimdi böyle buruk, nostaljik gidiyorum diye Ahmet Haşim / "Gurabahane-i Laklakan" filan girmeyeceğim, merak etmeyin, ama leyleklerden hareketle balıkçıla (kingfisher) da değinmeden geçemeyeceğim. Delft’teki evceğizimizin (Oostsingel’daki) az ilerisindeki İnek Kapısı Köprüsü’nün (Koepoortbrug) orada yaşayan bir balıkçıl vardı (tam cinsi "büyük mavi balıkçıl" imiş – ayrıca ben onu İngilizce’de yıllar yıllar yıllardır "kingfisher" sanardım meğerse "great blue heron" imiş, kingfisher deseniz karnavaldan yeni çıkmışa benzer koca kafalı bir şey imiş!), ne kadar asil, ne kadar vakur bir yaratıktı o! (tyger! tyger!) onu hatırladım; dilimizde allı turna diye türkülere geçmiş uzun bacaklıların da "bildiğimiz" flamingolar olduklarını, seneler evvel sevgili Betül’e "frambuaz"la ilgili bir şey sorduğumu ve onun verdiği yanıta ek olarak "ama neden ahududu gibi güzel bir adı varken frambuaz diyorsun?" şeklinde bir soru sorup beni de bu güzelliğe uyandırdığını ve daha birtakım başka şeyleri de… Şair (Başo) ne de güzel demiş: "Neler getirir, neler / insanın aklına / şu açan kiraz çiçeği!" (aslı haiku ama ben ezberimden yazdım).

kitaplar, kalın kitaplar, patlak kitaplar…

Bengü ile ben, geçen gün Oostsingel'daki bahçede..Uzunca bir süredir bayıla bayıla okuduğum bir kitap olmadı malesef. Bir önceki satırı yazdıktan sonra kitap listeme bakındım, John Fowles’un "Fransız Teğmeni’nin Kadını"nı aralık ayında okumuşum, ondan başka bir de geçen ay okuduğum A.S. Byatt’ın "Posession"ı var.

Bu hayalkırıklığının ardında tabii ki benim okumaya başlarken hazırda tuttuğum yüksek beklentiler var – neredeyse her kitabı tavsiyeyle ya da araştırıp bularak elime almışım. Coetzee mesela, adam Nobel almış yahu, daha ne olsun! Gel gör ki "The Disgrace"i (ve tabii ki ağırlıklı olarak konusunda ötürü) beni kapadı da kapadı (konunun kötücül olması genelde yazarın yeteneklerini takdir etmeme engel olmuyor, mesela Alice Munro’yu ve başka birtakım arkadaşları, arkama bile bakmadan kaçarken bir yandan da övüşüm vardır) ama Coetzee’de, The Disgrace’de o da yoktu malesef (ve tabii ki bunlar sadece benim görüşüm). Kızdım ama ne olacak, epi topu 220 sayfa ilahi kızılcık dedim. The Wertzone diye bir blog takip ediyorum, sci-fi falan-fi üzerine, geçen yılın sonunda kendince bir liste hazırlamıştı, oradan etkilenip Christopher Priest’in "The Adjacent"ı ile Matthew Stover’ın "Heroes Die"ını okuma listeme almıştım… (blows raspberry!) 8P Kalın da kipatlar: biri 430, diğeri 380 sayfa imiş (benim için ortalama kipat kalınlığı 280, bilemediniz 300 sayfa olsun). Adjacent bayık (gelecekte alakasız bir Türkiye’de açılıyor (yazarının Türkiye’ye dair bildiği iki şey: Turkey, Anatolia/Asia Minor), iklimler çökmüş, işte post-apocalyptic, islam-driven bir İngiltere, wa-wa-wa gitar…), Heroes Die heyecanlı başladı (gerçek dünya üzeri sanal dünya üzeri fantastik arkaplan ve başka bir gerçek dünya aslında falan filan), Adjacent’ı ha bir şeyler oldu, ha bir şeyler olacak şeklinde, Heroes Die’ı da "bu ne be!" düşünceleriyle okudum, bitince de sevindim. Christopher Priest’i (Adjacent) duymamıştım daha evvelden, meğer Christopher Nolan, Hugh Jackman, Christoper Bale, Escarlett Johansson’lu The Prestige’in kipatının yazarı imiş, sağolsun almayayım ben bir daha.

A.S. Byatt’ın yıllardır ihmal ettiğim (bunda üniversitenin ilk senelerinde "Çeşm-i Bülbülün İçindeki Cin" kipatını okuyup da orada Cevat Çapan’a (aka "The Kirpi") düzdüğü methiyeler yüzünden bendeki karizmasını hayli çizdirmesi de etkin rol oynar) "Possession"ı (Düşes sağolsun) taptaze bir soluk gibi geldi. Tabii ki aralarda kadın yazarların kipatlarını da okuyorum ama hiçbiri bu kitaptaki kadar kadınsı bir sese sahip değildi: kitabın her harfine sinmiş bir kadın bakış açısı var: nasıl ki çoğu kitaptaki kadınlar "erkek gibi" düşünegeliyor, davranıyorlarsa, bunda da tam tersi (ben mesela sürekli Ash’in LaMotte’ye "yanlış yapacağı" anı -ne mutlu ki!- beyhude bekledim durdum) — aşk meşk bir yana, gerek akademik hayata, gerekse anı/gerçek eksenine hayli güzel saptamalar koyuyor, kötü adamlar kötü değil, herkesin kendince haklı olduğu bir bakış açısı var, sonra bir anda yumruklar konuşmuyor; asıl oğlan kızları peşinden koşturmuyor — gerçi sonunda her şey iyi bitiyor (bu kadar mı olur! dedirtiyor) ama olsun, olacak o kadar kadı kızı. Sevdim yani özetle bu kipatı. Filminden haberim vardı, aklımda Meg Ryan oynuyor diye kalmış ama kipatı okuduktan sonra trailer’ını izledim, meğerse Gwyneth Paltrow’a oynatmışlar Maud rolünü, hakikaten cuk oturmuş (filmi izlemedim, filmlerle aram iyi değil bu aralar).

Espanya’dayken tanımadığım (Espanyollar ünlü yazar açısından malesef pek zengin değiller) bir Espanyol yazar olan Javier Marias’ın "The Infatuations" (Los Enamoramientos) kipatından ailemizin (yalan, yalnızca ben takip ediyorum) sanal şeysi AV Club sayesinde haberim oldu. Konusu hakikaten güzel ve orijinaldi, hızlı başladı tez baydı, elinin kılıyla kadın hamur işine girişen ve o hamuru yüzüne gözüne bulaştıran bir yazar amcanın (kitabın baş karakteri ve dahi anlatıcısı bir bayan ve olayların kadın bakış açısından anlatılması örgü açısından epey önem taşıyor) çok fena bir romanıydı, baydı da baydı (tek güzel yanı İspanya’da geçmesi ve İspanyolların olması idi, başkaca da hiçbir şeyi).

Aşağıya bu bağlamda değinmek istediğim kipatların ve sayfa adetlerinin (doğrudan Amazon’dan aldım bu bilgileri zira hemen hemen hepsini e-kipat olarak okudum telefonumda) listesini yazmıştım girişe başlarken, şimdi baktım, geriye bir Eleanor Catton’ın Luminaries’i kalmış bahsetmediğim. Ah Hande! Başka da bir şey demeyeyim. Diyeceğim tabii ki, kipat kötü değil ("çok kötü değil" yazmıştım, düzelttim Düşes’ten korktuğumdan), fakat amaç üzüm yedirmek değil, bağcı dövdürmek (showmanship yani) — yazar anlatmaz ise öleceği bir şey yazmıyor, "yazabiliyorum, o halde yazayım" daha çok, işte sistemli, Nolan’ın "Memento"su gibi, düz kurguyla izlediğinizde "meh" diyeceğiniz bir olayı karanlık bir odada oturmaktayken (siz) bir oranıza bir buranıza oraya bakarken şuranıza tokat/çimdik/pençe/tekme şeklinde saydırmak suretiyle marifet gibi gösteriyor (hele de sonlara doğru getirdiği deus ex machina‘yla bana "yuh!" dedirtti (kötü anlamda). Daha evvel de yazdığım üzere, bir çuval inciri keçiboynuzu bir dirhem bal (anahtar kelimeler). Yıldız haritasından konu üretilmesini beğenenleri de "bunun dandirik Edgar Wallece Plot wheel‘inden ne farkı var allasen?" başlıklı boks-forumuna davet ediyorum.

Uzun lafın kısası, normalde kipatların uzun olması ile pek bir derdim olmaz (hatta, sevinirim de okuduğum kipat güzel güzel ilerliyorsa "daha okunacak bir sürü şey var!" diye) ammavelakin, oku oku oku, kitap patlak çıktı, belki yolda düzelir, kaz kaz kaz, sonuna gel çıkmaz yol, e ne oldu şimdi (şimdi bana kaybolan saatlerimi verseler…). Cemal Süreya bir yerde "devamının yazılmasını istediğiniz kipat?" sorusuna "Karamazov Kardeşler" yanıtını vermişti ki, ben de aynı şekilde düşünürüm (Karamazov Kardeşler’i 95’te okumuştum yanlış hatırlamıyorsam, geçenlerde yeniden heyecan ve şevkle başladım (Düşes sağolsun pt. II), önsözde çevirmen teyze (Leyla Soykut) Dostoyevski’nin kitabı aslında 3 cilt olarak tasarladığından, ömrünün yetmediğinden bahsediyor.

Mektubuma burada son verirken, tüm Murakami sevenler için geliyor: 4 kardeşi ezberinizden sayabilir misiniz bakalım? 8)

Javier Marias – The Infatuations / 350 sayfa — 2 yıldız
J.M. Coetzee – The Disgrace / 220 sahife — 2 yıldız
Christopher Priest – The Adjacent / 430 goygoy — 1.5 yıldız
Matthew Stover – Heroes Die / 380 lümlüm — 2.5 yoshi
A.S. Byatt – Possession / 530 deniz kabuğu — 3.5 jigglypuff
John Fowles – The French Lieutenant’s Woman / 480 sahi ne? — 5 tam puantiye
Eleanor Catton – The Luminaries / 850 keçiboynuzu — 2 ters bir düz..
(bir de benim için "düşük not verir" derler! Hıh!)