Dün çok güzel bir gündü. Temmuzdan başlayalım: temmuzun sonlarına doğru, İTÜ’den arkadaşım sevgili Tolga’dan bölümde bir seminer vermek üzere davet aldım, seve seve de kabul ettim. Oturup hesap edince, İTÜ’yü en son ziyaret edişimin üzerinden 10 yıl geçmiş (Emir’li, Tolga’lı, Suzan ve Bengü’lü bir resmimizi buldum da, hesabı oradan yapabildim). Aralarda İstanbul’a gidip gelmişliğimiz olmuşsa da, akraba ziyaretlerinden dışarı çıkmaya pek vakit olmamıştı.
Perşembe günü öğleden sonra İstanbul’a vardım – normalde akşam varacaktım ama Gürer’in İstanbul’da olduğunun (ve dahi ertesi gün döneceğinin) haberini alınca, bileti erkene aldım, normalde x saatinde kalkacak otobüs/tren/vapur için x-1’de ilgili yerde bulunan bir insanımdır (uçaklar için x-2), yine de 10.00 otobüsünü (otobüsümü) kaçırdım (normal zamanlarda 20 dakikada, anormal zamanlarda 40 dakikada aldığım ev->Kızılay mesafesini paranormal bir zamanda 1 saat 40 dakikada alınca), dert etmedim (ne gam, ne keder), 10.30 otobüsüne bilet aldım, kaçırdığım otobüsümü Bolu’da mola yerinde yakaladım bile (ama yüz vermedim, o beni bırakıp gitmişti, seven beklerdi)…
Lafı uzatıyorum (hiç yapmadığım bir şey!), sonuçta Gürer Beyciğimle bir güzel arşınladık Kazasker sokaklarını, yedik içtik, gereksiz bir dolu şeyden konuştuk, bol bol güldük, eğlendik (her zamanki gibi).
Gelelim sunum işlerine — geçen senenin başlarına doğru, tam olarak bilmiyorum ne zaman, ne vesileyle fakat bir anda seminer/topluluğa konuşma/ilkgençlik heyecanlarım bir anda patlayıp yok oluverdi, kaldı ki, seminerlerden de genel olarak pek haz etmeyen bir adamımdır (şimdiye kadar hiçbir seminerde bir anda satoriye ulaşmış birisiyle karşılaşmadığım gibi, aylardır üzerinde uğraşılan bir sorunun da pat diye çözüldüğünü göremedim) – hakkını yemeyelim seminerlerin: asıl amacının bilgi aktarımı değil de, sosyalleşme ve bilgi aktarımına yol açma olduğunu düşünürüm, bu yönden önemserim ama işte dediğim üzere, amaçtan çok araç olduğuna inanırım. Bütün bunları söyledikten sonra, artık ne kadar inandırıcılığım kaldıysa, sunumun güzel geçtiğini söyleyeyim; zaten sabahtan Ahmet Hoca’nın (Togo Giz) "Fizik Mühendisliği’ne Giriş" dersine ziyaretçi olarak katıldım, ders 102 nolu sınıftaydı — İTÜ’deki ilk günümüzde Ayşe Hoca’nın (Erzan) ilk dersimize, fiziğe geldiği sınıftı o (tebeşir yiyip, "ferasetsiz" azarını işitişim de aynı derse rastlar, ama hak etmiştim de!), oradaki öğrencilerin de ilk senesiydi, nostalji oldu. Neyse, ne diyordum, sabahtan öğrencilerle epey bir paslaşmıştık, akşamki sunumda daha çok büyükler (y.lisans/doktora) vardı — çok da sıkılmasınlar diye, potpori misali biraz ondan biraz bundan daldan dala kona kona anlatıyordum ki, arada kapı açıldı ve içeri taa lisans yıllarımdan Bengü geldi! Benim zamanımdaki hocalar aşağı yukarı aynen mevcudiyetlerini devam ettirseler de, tabii arkadaşlar bir yerlere dağılıyor yıllarla — Tolga’dan başka tanıdığım "dönemdaşım" yoktu, Tolga da sağolsun, krallar gibi ağırladı bizleri (doktora öğrencim Nadire de İTÜ’de y.lisans yapan kardeşini alıp sunumda beni yalnız bırakmamıştı) gün boyunca ama Bengü’nün gelişi günün sürprizi idi! Bengü’yle uzaktan birbirimizi tanıyıp, birbirimizin farkındalığımız vardır (bu kim bilir kaçıncı düzeltme — "birbirimizin farkındalığımız" dedim ya, öncesinde "acknowlege edişimiz" yazıyordu, yani buna yine şükredelim — bulamadım Türkçesini, ne yapayım, başka şekillerde tanımlamaya çalıştım, her seferinde garip oldu) — işte bir yolun iki yakasından selamlaşan tanıdıklar gibi, siz onu, o sizi tanırsınız birbirinizi birbirinizden habersiz: bilirsiniz ki, yolun karşı tarafına geçseniz konuşacak çok şey var, ama -belki de tam da bu yüzden- şöyle bir el sallayıp, yolunuza devam edersiniz.
Neticede benim sunum bitti, oradakilerle ayak üstü tanıştık, Neşe Hocamla (bir tanedir, ne çok özlemişim güleryüzlülüğünü!) vedalaştım, daha sık geleceğime söz verdim, arkadaşlarla biraz takıldık. Moralim zirvede, pillerim tam dolu bir biçimde "anne evi"ne döndüm. Cumartesi Ece ile Bengü geldiler İstanbul’a, Düşes’le hasret giderdik (yurt dışındaykene daha mı sık görüşüyorduk acaba?), ağabeyimler, dayımlar, pazar günü akşam epey yorgun bir halde dönüşe koyulduk, havaalanından eve Ece yolda uyudu (pek sık uyumaz yolda), bugün biraz ateşli uyandı, Bengü de kırık hissediyor, çabucak iyileşirler inşallah.
İşte böyle bir şey Ankara-İstanbul-Ankara. Paralel zamanlar, paralel hayatlar. Ah, bir de: (yine) Ayşe Hoca’dan (ve yine haklı olarak) azar işittim (vefasızlığımla ilgili olarak), yine çok utandım…
Hamiş: "Dün" diye başlayıp cuma gününü anlattıktan sonra "pazar günü akşamı" epey yorgun bir halde döndük deyince bunda tabii ki son bir haftadır ailecek yoğun bir şekilde "Back to the Future" serilerini izlemişliğimizin de etkisi vardır ama asıl sebep girişin yazımına cumartesi itibarı ile başlanıp, ancak pazartesi bitirilebilmesi gerçeğinde aranmalıdır.