Yumurta, Süt, Bal…

Hollanda’ya yeni gelmiştik herhalde, nereden edindiğimizi de hatırlamıyorum şimdi, Semih Kaplanoğlu’nun Yumurta’sını seyretmiş, çok da beğenmiştik. Eşe dosta tavsiye ederken "Nuri Bilge Ceylan’ın seyredilebilir versiyonu" diye tasvir etmiştik. Nuri Bilge Ceylan’ı da severiz ama yalan mı işte, Yumurta’nın izlemesi daha bir kolaydı.

Sonrasında Süt ile Bal’ın da çıktığını öğrendik ama nasıl olduysa bir türlü fırsat bulup da edinemedik, edinip de seyredemedik. Geçen gün aklıma geldi, arayıp sorunca, gayet eli yüzü düzgün, fiyatı nispeten cazip bir DVD setinin çıktığını öğrendim "Yusuf Üçlemesi" adıyla; yanında da Uygar Şirin’in Semih Kaplanoğlu’ya söyleşilerinden hazırlanmış "Yusuf’un Rüyası" adlı kitabı eklemişlerdi (ah, bir de yapım DVDsi var ama daha ona bakmadım – aslını isterseniz DVDlere de bakmadım daha).

Kitabı okumaktayım son günlerde. Okudukça bir şeyler hatırlıyorum (Yusuf’un koç alırken bayılması, baştaki annenin yürüyüşü, sahaf sahnesi… bir şey daha vardı, Çerkez düğünü, evet, ama sanki başka bir şey daha… değilmiş, koç alırken bayılması imiş). Şu aşağıdaki ise hatırlamadığım bir şeydi, okuyunca hayal meyal (ama hakikaten çok hayal meyal) hatırladım, çok ince, çok kırılgan, çok hüzünlü geldi:

– Yusuf’un Gül’le konuştuğu sahneyi konuşalım biraz da…
– O sahnenin Gülçin (Santırcıoğlu) için çok kolay olmadığını zannediyorum, çünkü hiçbir şey söylemedim ona. Senaryodaki diyaloglarda Gülçin neredeyse sadece soru soruyordu, Nejat’ın cevapları ise belirsizdi. İkisini çekimden önce karşı karşıya getirmedim, ön çalışma yapmadım, böylelikle uzun süre görüşmemiş iki insanın duygusunu ve tazeliğini daha iyi verebileceğimizi düşündüm. Oyuncular geldi, Nejat’la biraz konuştum, "Sana sorular soracak, hepsine hemen cevap verme, mesela gözünün içine bak biraz, sonra cevap ver" dedim. Gülçin’e ise özellikle hiçbir şey söylemedim, tedirgin olmasını, çaresiz kalmasını istediğim için. Öyle bir sıkıntı ki bu, çekimin ortasında Gülçin bize dönüp "Ne bu ya? Yeter artık! Keselim!" diyebilirdi. Çünkü orada şöyle bir şey anlatmak istedim: Bir zamanlar bu adam bu kıza aşıkmış ama kızın umurunda bile değilmiş. Kız gidip kendi hayatını yaşamış, evlenmiş, boşanmış, hayal kırıklığı yaşamış ve adamın geri geldiğini duyunca "Acaba" diyerek yanına gelmiş. Belki o adamdan sonra yaşadığı hiçbir şey o kadar güzel değildi. Kızın kafasında eskiden ona aşık olan ve belki, bir umut, hâlâ aşık olan bir adam var; fakat bulduğu, başka bir adam. Bunun şaşkınlığının da görünmesini istedim. Yıllar sonra eski sevgilisiyle karşılaşan herkesin yaşayabileceği bir durum. Ama adam orada sahici bir duruş gösteriyor, kıvırmıyor. Geçmişi hatırlıyor ve cevapları geçmişten geliyor, kadının aslında ne kadar yanılmış olduğunu yüzüne vuruyor… Bize bu iki insanın geçmişini, söylenmeyen her şeyi, aynanın arkasını hayal ettirebilecek kadar yoğun ve güölü bir sahne olmalıydı. Bunu denedik ve istediğim oyun hemen çıktı Gülçin’den. En hızlı çektiğimiz sahnelerden biri oldu, bir saatte çekip bitirdik.

Semih Kaplanoğlu, "Yusuf’un Rüyası", Timaş Yay. 2010, 2. baskı, s.134

Bu aralar "fırsattan istifade" Türk edebiyatı okuyayım dedim ve nicedir ihmal ettiğim, başlamadığım Cemil Kavukçu’yla açtım sezonu. Ondan ilk olarak "Başkasının Rüyalarını" okudum, hele de ondan evvelki iki konuk yazarım olan Murakami ve özellikle de Houllebecq’den sonra böyle duru su gibi geldi. "Memleketimin havası" gibi böh böh şeyler demeyeceğim ama Murakami’de garip Japonlar daha garip şeylerle kayıtsızca uğraşırlarken, Houllebecq’de ("Elementary Particles"da) insanlar 2 sayfada 50 çeşit pozisyon denerken, bir anda (ve Gemlik’e doğru):

Ortaokulda, ikiden üçe geçtiği yıl, yaz tatili boyunca farklı, daha önce tanımadığı bir sıkıntıyı yaşadı. Aşık olmuştu. Sınıflarında, ön sırada oturan, ince, uzun kumral saçları omuzlarına dökülen, solgun yüzlü, ince sesli, kısa boylu bir kız vardı. Adı Sevim’di. Ağlayacakmış gibi bakardı. Ona ilgi duyar, ama bunu kimseye, ablasına bile söyleyemezdi. Okul saatleri dışında, sokakta, evde, gece yatağına yattığında onu düşünürdü. Kız bunun farkında bile değildi. Çok sık hastalanırdı. Sevim’in okula gelmediği günler kendini, koydaki çocuk kadar yalnız hissederdi. Ders saatleri geçmek bilmezdi. Sevim’e bir şey sormak, ya da istemek için nedenler uydurur, konuşurken gözlerine bakamaz, yüzünün kızardığını hisederdi. Sonra yaz geldi. Uzun bir tatil. Onu görmeden geçen, aslında geçmeyen günler. Görürüm umuduyla evinin önünden geçer, belli etmemeye çalışarak pencerelere bakardı. Herkes o sokaktan neden geçtiğini biliyormuş gibi de uyanırdı.

Tatil bitti. Okullar açıldı. Bütün bir yaz göremediği Sevim’i görünce düş kırıklığına uğradı. Sevim serpilmiş, kocaman bir kız olmuştu. Yine ağlayacakmış gibi bakıyordu ama, ondan büyüktü artık.

(…)

Ortaokuldan sonra ailesi Sevim’i okutmadı. Aynı sokakta oturan sınıf arkadaşına onu sordu hep. Birkaç kez çarşıda gördü. Artık başını bağlıyordu. Lise sona geçtiği yıl Sevim’in evlendiğini duydu.

Cemil Kavukçu, "Rüya" – "Başkasının Rüyaları", Can Yayınları

Bu kitabı, sonrasında okuduğum bir diğer Cemil Kavukçu kitabı olan "Gemiler de Ağlarmış"dan daha çok beğendiysem de, orada da "Tehlikeli Yoklayışlar" adlı hikaye beni aldı, taa Raymond Carver ("Where I’m calling from") ile Miranda July’a ("The Shared Patio") kadar taşıdı. Bir de öyle Türk gücü filan diyorum ama tabii "Başkasının Rüyaları"ndaki "O Kadın Fatma Girik Değil" hikayesini doğrudan Murakami’nin arasına koyabilirsin (al ablam, bozuk çıkarsa, getir değiştireyim).

Neyse, ne diyorduk, nerelere geldik…

“Yumurta, Süt, Bal…” için 2 yorum

  1. hmmmmzzz — “Hollanda’ya yeni gelmiştik herhalde, nereden edindiğimizi de hatırlamıyorum şimdi, Semih Kaplanoğlu’nun Yumurta’sını seyretmiş, çok da beğenmiştik.”

    Bizden kaynaklanmiyormu$, ole dedi Brianje… Biz Emre’den aldik diyor…”Nuri Bilge Ceylan’ın seyredilebilir versiyonu” diyorsun lakin Sut ve Bal sanki NBC tarzina daha yakin. Izlenilebilir deyince “Incir receli” demek istiyorum…neyse ne dedigimi bilmiyorum bugun 🙂

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir