Bırakamıyacağım bu mektupları, benim sevgili okurum, bırakamıyacağım diyorum ya, yalnız benim elimde mi sanki? ya onlar beni bırakırlarsa? Er geç bırakacaklar elbette. “Tutkularımız bizi bırakınca, biz onları bıraktık sanır da övünürüz” diye acı acı güler La Rochefoucauld. Şimdi bunları yazmakta da, yazdıktan sonra okumakta da, bana hiçbir yazımın vermediği bir tad buluyorum, mutluluğun ta kendisi denecek bir duygu, bir ışık sarıyor içimi. Bana öyle geliyor ki ben bunları yazmak için, bunları yazdıran iklime ermek için doğdum, yaşadım; ne yaptımsa, ne ettimse, bütün duygularım, bütün düşüncelerim, hepsi hepsi beni bunlara hazırlamak içindi. Şeyh Galip bir gazelinde: “Efendimsin cihanda itibarım varsa sendendir / Miyan-i aşikanda iştiharım varsa sendendir” diyor, benim de yazarlar arasında bir adım olursa bu yeryüzünden benim de geçtiğim anılırsa, o ün bana bu mektuplardan gelecektir…
Böyle sürer gider mi bu? Biliyorum, yakındır, bir gün bu tad benden esirger kendini, gönlüm bu ışığı seçmez olur, “Aldanmışım, bir hayale kapılmışım, bir masalla avunmuşum” derim. Yavaş yavaş mı? birdenbire mi? elbette üstüme çökecek o karanlığı, şairin: “Zulmet bizi çekmekte visale” diye haber verdiği karanlığı biricik gerçek sanırım da büğünkü duygularıma, büğünkü dediklerime bir yalan, budalaca bir yalan diye bakarım. Eski kağıtları karıştırırken bu mektuplardan biri gözüme ilişirse: “Neymiş bu? Ne diye yazmışım, kime yazmışım ben bunu? Böyle şeyler de yazılır mıymış? Bilmiyorum, tanımıyorum, bana yabancı bunlar, ben böyle düşünmüş, böyle söylemiş olamam!” deyip ukalaca omuz silker, atıveririm, yırtarım belki de.
O günkü beni gözlerimin önüne getiriyorum da nefret ediyorum ondan; içinde onu sakladığı için, er geç ona varacağı için büğünkü benden de nefret ediyorum. Neden o karanlık doğru olsun da benim ondan bin kat güzel büğünkü ışığım doğru olmasın? Ben büğün bu yazıların bir değeri olduğunu, bunları yazmakla bir şey yaptığımı, beni unutturmıyacak bir ürün verdiğimi sanıyorum, bu sevinç, bu övünç yalan da bu mektupların boşluğunu, hiçliğini anladığım gün duyacağım üzüntüler, acılar, yalnız onlar mı doğru? Neden ışığa inanmıyoruz da yalnız karanlığa inanıyoruz? Sizi bilmem, sevgili okurum, siz belki gerçekten inanırsınız ışığa. Ben inanamıyorum bir türlü, gözlerim bir umutla parlasa bile parlaması ile sönmesi bir oluyor, içimi kemirip her sevincime ağusunu katan ifrit: “Alık!” diyor bana: “Nene senin umutlanmak, övünmek: Güzelmiş bu yazılar, bir değeri varmış, senin adını yerine ulaştıracakmış!.. Gülerim senin böyle aptalca kurduğun hülyalara!.. Bu yaşa geldin de anlıyamadın mı daha kendini? Hiçliğini, ne kadar çırpınsan bir şeye yaramıyacağını, bir şey yaratamıyacağını bir türlü anlıyamadın mı?” diyor.
O ses beni ürpertiyor demiyeceğim. Nasıl ürpertir? Bunca yıldır hep onu, yalnız onu işittim, alışığım ona, yadırgayamam. Bir gün onu duymasam, umutlu bir anımda kendini duyurmasa, birden yükselip de beni umutlarımdan çevirmese, belki o zaman ürperirim. Kim bilir belki benim asıl dostum da odur. Ben ona “ifrit” diyorum; içimde onu ezmek için, ondan kurtulmak için uğraşıyorum, ama belki de o kurtarıyor beni, bana, ne yapsam beğenilmiyeceğimi, her yazımın, en özenerek yazdığım yazının bile: “Falan gelmeseydi, şu sözü söylemeseydi sen bunu yazmazdın , ondan öğrendin, onun büyük değeri vardı, senin yoktur” diye karşılanacağını hatırlatarak kurtarıyor beni. Ama neden kurtarıyor? İşte onu bilmiyorum.
Bir şey söyliyeyim mi size, benim sevgili okurum: bu mektubumu çabucak yazamadım. Kolay yazamam zaten, her yazım kısa da olsa, saatlerce uğraştırır beni. Ama bu hepsinden uzun sürdü. Okudum, karışık buldum, beğenmedim. “Hatıra” üzerine birtakım sözler söylemiştim, baktım ki onlar bu mektuba yakışmıyor, başka bir mektuba bırakmak gerektiğini anladım. Yırttım bütün yazdıklarımı, silmeyi sevmem, yırtar atarım. Yeniden yazdım. Sonra da düşündüm yazdıklarım üzerinde. “Acaba nedir bu benim söylediklerim? Neye benziyor?” dedim. Birdenbire ne geldi aklıma, bilir misiniz? Abdülhak Hamit’e dâhi derler ya, hiç sevmem o adamın eserlerini, sevenlerin de şiirden, edebiyattan hiç mi hiç anlamadıkları kanısındayımdır. “Olur meddahı adem, ne askerdir bu asker!.. / Kalır hayranı alem, ne leşkerdir bu leşker” gibi sözleri şiir sanıp da yazmış bir kimseye, ancak gülünebileceğini nasıl anlamıyorlar? Abdülhak Hamit’in eserleri, olsa olsa, patırtının, gürültünün birçok kimseleri yıldıracağını gösterir. Öyle geliyor ki şiirden, edebiyattan anlamak, Abdülhak Hamit’in eserlerinin bir kurugürültüden, hem de biçimsiz bir gürültüden başka bir şey olmadığını anlamakla başlar. Sevemedim bir türlü onun yazdıklarını. Sevmeğe çalıştım doğrusu. Ne yapayım? “Herkes beğeniyor, göklere çıkarıyor, ben beğenmiyorsam anlıyamadığım içindir, herkes gibi ben de anlıyayım onu!” dedim. Uğraştım. Bir gün babama, onu pek beğenmediğimi söyliyecek olmuştum, bir pay işittim, bunca yıldan sonra daha kulağımdadır. Bütün çalışmalarım, uğraşmalarım boşa çıktı, sevemedim Makber‘i de Eşber‘i de, daha bilmem neyi de sevemedim. Hayır, bence Abdülhak Hamit’e büyük bir şair değil, küçük bir şair de denemez, şiire bir yaklaşması dahi yoktur o adamın, “Karanlık akarak cerihasından, / Emr eyledi kim karihasından…” nasıl söylenir bu? Buna şiir yazmak demezler, şiirle, kaafiye ile alay etmek derler. Dikkat edin, ne söylemişse zoraki söylemiştir, vezni, kaafiyeyi aradığı, sözü vezne sokmak için, kaafiye ile süslemek için çabaladığı bellidir. “Ve lakin peder ah! Lakin peder, / O gün hep pederler bana ta’n eder.” Uyduruyorum sanmayın, bu kadar kötüsünü uydurmak da zordur. Yanılmıyorsam Sardanapal‘dadır bu beyit… Denemez, böyle sözler söylemiş adama şair denemez, şiire, şaire saygısızlık olur.
Biliyorum, birtakım hacivatlardan gene türlü sözler işiteceğim, bana saygı dersi vermeğe kalkacaklar. Boşuna yormasınlar çenelerini, beni adam edemezler, kendileri gibi adam edemezler. Abdülhak Hamit’i de beğenmem, kendi yazdıkları eciş-bücüş şiirleri de beğenmem. Beğenmek şöyle dursun, açıp da okumam bile.
Ne diyordum? Hatırladım. Bu mektubumda yazdıklarımı okuyunca birdenbire Abdülhak Hamit geldi aklıma. Hani Tarık bin Zeyyad’ın kendi kendine çektiği meşhur söylev vardır, çocukluğumuzda bize ezberletirlerdi: “Tarık! nereden gelmiş, nerede durmuşsun?.. Rabbim! Bana da bir gurur gelse, o gururla yükselsem, yükselsem de sonra birdenbire düşüp Zülcelalin azametini…” Uzar gider böyle. İşte o söylev geldi aklıma. Benim, yazılarımı bir türlü beğenmeyişimden yakınmamı, Tarık’ın gönlüne biraz gurur gelmesine benzettim: “Rabbim! Ben de yazılarımı beğensem, o beğenmekle böbürlensem, Bay Hamdi Tanpınar’a dönsem, sonra birdenbire aklım başıma gelse de gerçekten büyük yazar kime derler, onu bir anlasam…”
Edebiyat bütün bunlar, Tarık’ın sözleri de edebiyat, benimkiler de edebiyat hatta benim dediklerimi onun dediklerine benzetmeğe kalkışım da edebiyat, kelimenin en kötü manasıyla edebiyat… Gurur yok mudur sanki Tarık’ın gönlünde? “Benim gönlümde gurur yok” demek de gene gururdur. Zülcelalin azametini kavrayıp da kendi küçüklüğünü sezecek. Lafa bak! Küçükmüş, ama Tanrının karşısında küçükmüş! Eh! Hepimiz razıyız öyle küçüklüğe, öyle sanıyorum ki Bay Necip Fazıl Kısakürek dahi razı olur…
Ben de beğenmezmişim yazdıklarımı, değersiz bulurmuşum, boş dermişim onlara… “Ben kendimi beğenmem”, demek de kendini beğenmekten gelir. “Bende öyle bir anlayış, kavrayış var ki kendi kendimi dahi yargılıyorum, yazdıklarımın bir değeri var mı, yok mu, bunlar yarına kalabilecek şeyler midir, hepsini anlıyorum. Kurban olayım aklıma, zevkimin inceliğine! Benim bu anlayışım, ince zevkim beni kendimi beğenmekten de kurtarıyor…” demektir.
Buldum işte neden kurtulduğumu: içimdeki ifrit, benim belki de asıl dostum olan ifrit beni, kendimi beğenmekten kurtarıyor. Gülerim kurtulmanın böylesine! Kendimizi beğenmediğimizi söylemenin de kendimizi beğenmek olduğunu, hem de kendimizi beğenmenin en çirkini, en budalacası olduğunu anlıyarak kurtulmak… Kurtulmak deyip duruyorum, ben hep kendimi anlatmaktan bir kurtulsam!
Kurtulamıyacağım, benim iki gözüm okurum, birer birer bütün tutkularım beni bırakacak, en övündüğüm, gönlümde ışıklar yaratan duygularım dahi sönecek, hepsi, hepsi benden uzaklaşacak, ama hep kendimi anlatmak huyu bir türlü geçmiyecek. Bir gün gelecek, bütün duygularımdan bütün düşüncelerimden, acılarımdan, sevinçlerimden, sevgilerimden, nefretlerimden boşanıvereceğim, eşyaya da insanlara da bakarken bir şey sezmez olacağım, ama kendimden hep kendimi anlatmaktan silkinemiyeceğim. Kendi kendimle yaşamağa, kendimi düşünüp araştırmağa, gördüklerimden tiksinmeye, tiksindiğim için de kendimi beğenip övünmeğe mahkumum. Bundan ancak ölüm kurtarır beni…
Siz beğenin kendinizi, benim sevgili okurum, beğenmediğinizi söyliyerek, beğenmediğinizi sanarak değil, bunları hiç düşünmeden beğenin kendinizi. Asıl alçakgönüllülük kendi kendimizi yargılamamaktadır. Ben ona eremiyeceğim, kendimi kötüliyerek, yererek, kendi kendimden tiksindiğimi söyliyerek, içimde yaralar açmağa, her yaraya bir yara daha katmağa çalışarak beğeneceğim kendimi. Yani kendimi beğenmeyi de kendime zehir edeceğim. Siz, kendinize zehir etmeden beğenin kendinizi.
Nurullah Ataç, 5 Ağustos 1951
Okuruma Mektuplar / Prospero ile Caliban | (Gene Yalnızlık, YKY)