Yıl: 2013
bugün. (ya da erasure’dan sometimes)
Bugün Barış çok güzel haberlerle geldi, biz de çok mutlu olduk. Bugün, son birkaç gündür aklımda "şu bloga şunları yazsam" dediğim şeyler vardı (80’lerde gazetelerde bu tür demeçler şu şekilde verilirdi: Bugün, son birkaç gündür aklımda (şu bloga şunları yazsam) dediğim şeyler vardı), ama hatırlayamadım şimdi bilgisayarın başına oturunca. O yüzden her zamanki sistematik yaklaşımımı bir kenara bırakıp, aklıma gelen havadisleri ve havadis olmayan şeyleri yazayım (ben bir ara, ama çok önce, 96’da filan, "şey" yerine "nen" derdim, meğer Nurullah Ataç yaygınlaştırmaya çalışmış vaktiyle).
Akşamleyin, Tömbeki’de Emre ve Serkan’la buluştuk, Cesim biraz daha geç gelecekti, onunla da ben veda edip Kızılay’a giderken yol üstünde karşılaştık. Bugün derste yine kendimi tebeşir tozuna buladım (evet, fırınlara un çuvalı taşıyorum yan uğraş olarak). İspanya’dan döneli hemen hemen bir yıl oldu; önümüzdeki haftalardan birinde, bir haftalığına Getxo’muzu ziyaret edeceğiz, dostlarla hasret gidereceğiz… sonra döneceğiz…..
Hande’den de güzel bir haber geldi bugün, keman çalmayı öğreniyor! Ben bu aralar onun tavsiyelediği Eleanor Catton’ın "The Luminaries"ini okuyorum, Ece Temelkuran’ın tabiriyle "(Eee,) So what?" şeklinde ilerliyor kipat, gün be gün elimde kipat değil de bir çuval keçiboynuzu (Ahmet Uğurlu, keboy) tutmakta olduğum hissi yoğunlaşıyor.
Biz yokken favori gruplarımızdan Delafe y los Flores Azules yeni bir albüm çıkarmışlar, kapak şarkıları olan "De Ti Sin Mi"yi de çok beğendik, klibi acıklı, zaten benim şarkının sözlerinden anladığım "Söyle bana, benim yokluğumda sana ne olacak…".
Böyle bir şey işte… xkcd’nin normalde dinlediğiniz müzikler ile biri yanınıza geldiğinde o sırada çalmakta olan şarkıların tersliği hakkında çok hoşuma giden bir karikatürü vardır (http://xkcd.com/668/), onun gibi ben de ne zaman böyle "sabun köpüğünden" girişler yazsam bloga, içimden bir ses hemen ve illaki beni merak edip de internetten aratan olası bir kişinin işte o girişlerle karşısına çıkacağımı söylemeye başlıyor. Bunun bir nebze önüne geçeyim diye entel dantel girişlerimi içeren bir "Entel EST 101" sayfası hazırlayayım dedim, ben bile sıkıldım kendimden, yarıda bıraktım.
Fransız Teğmenin Kadını’nı geçen haftaydı, bitirdim, duvardan duvara öyle vulgar display of power bir şekilde vurmasa da, hakikaten dipten, derinden fethetti beni (merak ediyorsanız, kipat listemde 5* alan tek giriş oldu), aralarda düşünüp durgunlaşıyorum işte öyle bir şey (hani bir yıldız kayar ya bazen).
3 haftadır X-Com: Enemy Unknown’un Firaxis eliyle hazırlanmış yeni versiyonunu oynuyordum, ben buna (MicroProse’unkine) en son 1994’te üniversiteye hazırlanırken sarmış idim. Neyse, geçen gün bitirdim de bir mola aldım. Bir yandan da makaleler yazıyoruz (iyi bir şey).
Hande vesilesiyle, önce süper bir (teknik) terimden, sonra da süper bir siteden ve oradaki birçok süper terimden haberim oldu – terim: "ters ninja kanunu", site: http://tvtropes.org/pmwiki/pmwiki.php/Main/HomePage, birçok süper terimden örneğin bir tanesi: "The Worf Effect".
Daha yazacaktım ama mürekkebim bitti. (bunu yazınca da şunu hatırladım: çok sevdiğim bir Pilot kalemim var – Pilot G-2 0.7 imiş ama aslında içinde rotring uç var; zaten en başından, Bilbao’dayken bu kalemi elimdeki bir kutuda bulduğum 2-3 kalem içiyle uyumlu diye almıştım, sonra içler bitti ama George Washington’ın baltası misali kalemin değeri azalmadı, bu sefer ona uygun iç aradım Türkiye’de de, en sonunda Office 1 Superstore’da buldum. Geçen gün ise kalemimi kaybettiğimi düşünüp karalar bağladım ama neyse ki çıktı bir yerlerden yine, o günlerde yaptığım aramalar ışığında, Türkiye’de de satılmakta olduğunu öğrenmiş oldum hem.
Yeter sanırım bu kadar. Bunları yazarken Hooverphonic dinliyordum, güzel bir gruba benziyorlar (mesela Portishead 8). İyi geceler, iyi geceler (motoru ısıt oğlum… bir saniye….
Bana bir resmini ver arkadaş
Ve söyle
Neresinden bulurum şu İstanbul’u
Bulamam
Senin bakışın düzgün
Bizimki çatık
Ama anlaştık ya sen ona bak
Yolun düşerse gene uğra
Bizim gönlümüz kanmaz
Aşımız bitmez senin gibi konuğa
Üstelik daha bir pekişiriz
İşleriz yan yanyanayken başkalarına da
Tükenmez olur sevgimiz
İyi yolculuklar sana.
İyi geceler sana da
Oğlum motoru ısıt
İyi geceler Van
Yolumuz bir başka Van’a, Kars’a.
(E.C., "Su altında kanat çırpan üveyik"ten detay)
To Marguerite / Matthew Arnold
To Marguerite
Yes; in the sea of life enisled,
With echoing straits between us thrown.
Dotting the shoreless watery wild,
We mortal millions live alone.
The islands feel the enclasping flow,
And then their endless bounds they know.
But when the moon their hollow lights,
And they are swept by balms of spring,
And in their glens, on starry nights,
The nightingales divinely sing;
And lovely notes, from shore to shore,
Across the sounds and channels pour;
O then a longing like despair
Is to their farthest caverns sent!
For surely once, they feel, we were
Parts of a single continent.
Now round us spreads the watery plain–
O might our marges meet again!
Who order’d that their longing’s fire
Should be, as soon as kindled, cool’d?
Who renders vain their deep desire?–
A God, a God their severence ruled;
And bade betwixt their shores to be
The unplumb’d, salt, estranging sea.
Matthew Arnold (1852)
John Donne mu dediniz?.. Hani, nerede?
Fransız Teğmenin Kadını (Üçüncü Bölüm)
("İkinci, üçüncü tamam da, ilk bölümü nerede bu yazının?" diyenlere adres: http://guzelonlu.com/blog/bir-de/#comments )
Stephen King’in (ne, John Fowles mu?) en büyük yazınsal günahlarından biri, hemen hiçbir kitabını doğru düzgün bitirememesidir. Bu bende satrançta nükseder (çoktandır oynamadığımdan, halen öyle mi, bilemem): açılışı yaparım, oyunu bir yere kadar geliştirir, fakat eğer üstünlük sağladıysam, kör bıçakla tavuğun kafasını kesmeye çalışır gibi (ah bu metaforlar, hele ki ben taze uydurduysam!), süründürür de süründürürüm rakibimi.
John Fowles da bir istisna değil (az evvel "Fransız Teğmen’in Kadını"nı bitirdim). Belki de bu sebeple sonlara karşı bir tepkisi var Fowles’un, halbuki benden rica etseydi (bir 8-9 + 20 sene bekleyip), elimden geldiğince yardıma çalışırdım. Kaldı ki -pek hoşuma gitmese de: Haneke’nin Funny Games’inde yaptığını anımsatacak bir biçimde- ipleri okuyucunun (voyeur) eline veriyor, bir nevi "ben yapabiliyorsam, sen haydi haydi yaparsın…" diyor.
"Neler neler getirir / aklıma / şu kiraz çiçeği!" (Başo’dan bozan bendeniz). Bir dolu şey (demiştim, değil mi?). Bir seçimle karşılaştığınızda, büyük bir ihtimalle seçtiğinize odaklanacak, diğer seçeneği seçseydiniz nelerin olabileceğini pek düşünmeyecektiniz (bilirim sizi). Bir ihtimal de, hangisini seçerseniz seçin aklınız diğerinde kalacaktı (gavurlar buna "the grass is always greener on the other side" diyor, biz de "komşunun tavuğu komşuya kaz görünür"). Bir de, çok afedersiniz, benim gibi manyaklar var: hangisini seçerse seçsin -kötü anlamda- bunun bir şey değiştirmeyeceğini düşünür kesim (vah vah). Dilemma insanı dediğimiz bu insanlar, mesela Estonya’da kalsalardı da pek mutlu olmayacaktı, Çankırı’da kalsalardı da. İki tarafın da olumsuz hallerini ön plana çıkaran bu gibi kişilere, İngilizce’de haklı olarak "you ungrateful little prick!" (ya da duruma göre "you big cat you!") denir, denmelidir.
Kipatımıza dönecek olursak, Sarah, ekşi sözlükteki bir arkadaşın tespit ettiği gibi "gizemini suskunluğunda pekiştiren, aslında pek de numarası olmayan, sıkıcı bir teyze" olabilir, fakat bu bir sorun arz etmekte midir, etmemektedir (yes, all right, sit down please, 10 points). Cemal Süreya bir zamanlar demiş ki:
Seviş yolcu / Büyük sözler söyle ve ayrıl! / Uçurumlar birleştirir yüksek tepeleri
(ezberimden yazdım, yalan yanlış olabilir ama şekil itibarı ile böyle bir şey). Laf aramızda bende böyle bir gerçeklik sorunu var: her şeyin ona yüklediğim anlamlar neticesinde fena halde aslından saptığına (distortion) inanıyorum. Beni kurtaran şey de, başta (ortalarda) lafını ettiğim öyle olmasaydı, böyle olsaydı çok mu farklı olacaktı, olmayacaktı, o zaman bu, o olacaktı; o da bu ("o", "bu" italik)… Amma laf salatası. Ah, bir de bugünden sonra yeni bir kural koyuyorum: İyi İngiliz romanları "sea" kelimesiyle bitecekler bundan sonra, yani yeter-şart olmasa da, gerek-şart.
Alınız bunlar da okurken aldığım notlar: (copy/paste – copy/paste)
“How romantic.”
“Gentlemen were romantic… then.”
She had some sort of psychological equivalent of the experienced horse dealer’s skill—the ability to know almost at the first glance the good horse from the bad one; or as if, jumping a century, she was born with a computer in her heart. I say her heart, since the values she computed belong more there than in the mind. She could sense the pretensions of a hollow argument, a false scholarship, a biased logic when she came across them; but she also saw through people in subtler ways. Without being able to say how, any more than a computer can explain its own processes, she saw them as they were and not as they tried to seem. It would not be enough to say she was a fine moral judge of people. Her comprehension was broader than that, and if mere morality had been her touchstone she would not have behaved as she did—the simple fact of the matter being that she had not lodged with a female cousin at Weymouth.
This instinctual profundity of insight was the first curse of her life; the second was her education. It was not a very great education, no better than could be got in a third-rate young ladies’ seminary in Exeter, where she had learned during the day and paid for her learning during the evening—and sometimes well into the night—by darning and other menial tasks. She did not get on well with the other pupils. They looked down on her; and she looked up through them. Thus it had come about that she had read far more fiction, and far more poetry, those two sanctuaries of the lonely, than most of her kind. They served as a substitute for experience. Without realizing it she judged people as much by the standards of Walter Scott and Jane Austen as by any empirically arrived at; seeing those around her as fictional characters, and making poetic judgments on them. But alas, what she had thus taught herself had been very largely vitiated by what she had been taught. Given the veneer of a lady, she was made the perfect victim of a caste society. Her father had forced her out of her own class, but could not raise her to the next. To the young men of the one she had left she had become too select to marry; to those of the one she aspired to, she remained too banal.
Who is Sarah?
Out of what shadows does she come?
13
For the drift of the Maker is dark, an Isis hid by the veil…
Tennyson, Maud (1855)
I do not know. This story I am telling is all imagination. These characters I create never existed outside my own mind. If I have pretended until now to know my characters’ minds and innermost thoughts, it is because I am writing in (just as I have assumed some of the vocabulary and “voice” of) a convention universally accepted at the time of my story: that the novelist stands next to God. He may not know all, yet he tries to pretend that he does. But I live in the age of Alain Robbe-Grillet and Roland Barthes; if this is a novel, it cannot be a novel in the modern sense of the word.
So perhaps I am writing a transposed autobiography; perhaps I now live in one of the houses I have brought into the fiction; perhaps Charles is myself disguised. Perhaps it is only a game. Modern women like Sarah exist, and I have never understood them. Or perhaps I am trying to pass off a concealed book of essays on you. Instead of chapter headings, perhaps I should have written “On the Horizontality of Existence,” “The Illusions of Progress,” “The History of the Novel Form,” “The Aetiology of Freedom,” “Some Forgotten Aspects of the Victorian Age”… what you will.
Perhaps you suppose that a novelist has only to pull the right strings and his puppets will behave in a lifelike manner; and produce on request a thorough analysis of their motives and intentions. Certainly I intended at this stage (Chap. Thirteen—unfolding of Sarah’s true state of mind) to tell all—or all that matters. But I find myself suddenly like a man in the sharp spring night, watching from the lawn beneath that dim upper window in Marlborough House; I know in the context of my book’s reality that Sarah would never have brushed away her tears and leaned down and delivered a chapter of revelation. She would instantly have turned, had she seen me there just as the old moon rose, and disappeared into the interior shadows.
But I am a novelist, not a man in a garden—I can follow her where I like? But possibility is not permissibility. Husbands could often murder their wives—and the reverse—and get away with it. But they don’t.
You may think novelists always have fixed plans to which they work, so that the future predicted by Chapter One is always inexorably the actuality of Chapter Thirteen. But novelists write for countless different reasons: for money, for fame, for reviewers, for parents, for friends, for loved ones; for vanity, for pride, for curiosity, for amusement: as skilled furniture makers enjoy making furniture, as drunkards like drinking, as judges like judging, as Sicilians like emptying a shotgun into an enemy’s back. I could fill a book with reasons, and they would all be true, though not true of all. Only one same reason is shared by all of us: we wish to create worlds as real as, but other than the world that is. Or was. This is why we cannot plan. We know a world is an organism, not a machine. We also know that a genuinely created world must be independent of its creator; a planned world (a world that fully reveals its planning) is a dead world. It is only when our characters and events begin to disobey us that they begin to live. When Charles left Sarah on her cliff edge, I ordered him to walk straight back to Lyme Regis. But he did not; he gratuitously turned and went down to the Dairy.
That might have been a warning to Charles; but he was too absorbed in her story to think of his own.
“You cannot expect me to deny that.”
“Though seeing you is all I live for.”
Ben siz okuyun diye yazmadım, siz de ben yazdım diye okumayın. Yazmasam da olurdu ama işte neler neler getirir aklıma / şu açan / kiraz çiçeği! (obladi oblada…)
Fotoğraf koymalı ama gecenin bu saatinde nereden bulacağız şimdi fotoğrafı…
(haydi iyisiniz yine…)
Fransız Teğmenin Kadını (İkinci Bölüm)
Daha bir ton şey yazacağımdır kesin ama bugün kitap ilk bitişini sergiledi (halbuki dün akşam Bengü’ye "öyle bir yere geldim ki, buradan sonrası bayır aşağı yuvarlanacak, kitabı burada, bu şekilde (Sarah Exeter’de otel odasına yerleşip, üç kuruşuyla aldığı şeylere bakarken, yüzünde gülümseme olmasa da huzurun kıyısından bir şeyler varken) bırakayım istiyorum" demiştim, tabii ben de inanmıyordum bırakabileceğime, bırakamadım da nitekim ama herhalde becerebilmiş olsaydım en çok Fowles sevinirdi). Sonra yeniden devam etti. 2-3 bölüm daha okuyabildim, orada durdum şimdilik. İşin kötüsü rasgeleye ayarldığım müzik çalarımın bu halimden iyice faydalanması oldu: önce Ramones – "Needles and Pins", ardından Tom Waits – "Take it with me" (tabii ki "Waltzing Mathilda" daha iyi giderdi ama yüklü değildi), bitirici olarak da Fleetwood Mac – "Go your own way". Hakikaten de, ne yaptın Charles, niye ki Sarah? Cevap ne kadar bariz olsa da….
(…) I say "her", but the pronoun is one of the most terrifying masks man has invented; what came to Charles was not a pronoun, but eyes, looks, the lie of the hair over a temple, a nimble step, a sleeping face. (…)
Daha on bin şey (daha…) …
[Fotoğraf olarak sevdiğim bir resim vardı, onu koyacaktım, çeken kişinin moron oluşu beni bu fikrimden caydırdı]