Haftanın Resmi

 Hitit Güneşi yapıyor, güzelonlu yapıyor (haftanın… şeklinde olmasa da), benim neyim eksik? 


Leon Riesener(1808-1878) / Hedy Lamarr (1913-2000)

Soldaki, Leon Riesener, ressam Eugène Delacroix’nın kuzeniymiş, bu tablosunu da Delacroix yapmış zaten ama kendisi de ressammış. Hande sayesinde haberimiz oldu bu hafta (anahtar kelimeler: Delacroix’s hot dead cousin). Sağdaki ise aktris Hedy Lamarr – onunla da okulun koridorlarında, bilim kadınlarının "promote edildiği" afişlerde tanıştık, "Wi-Fi’nin öncülerinden" olarak belirtilmiş (var gerçeklik payı ama c’mon yani… Marie Curie varken, hele hele Emmy Noether varken, bilim kadınlarını temsilen niye bu hanım seçilmiş, belli). Ben artist payımı vaktiyle Louise Brooks ile doldurmuştum (onun da aslıyla değil, Hugo Pratt çizimi ile), o yüzden size kalsın güzel insanlar (kaldı ki Leon Riesener’in zamanı için güzel addelip edilmediğini de merak etmekteyim — o kadar olmasa da, biraz ediyorum yani).

güzelonlu’nun Colin Firth fetişini biliyor musunuz? Yani, öyle resimler kullanmaya başladı ki, neyse, neyse… zaten şimdi kontrol ve link için gittim baktım, iki tane varmış meğer. Öyleyse ben nerede görüyordum ki ne?

Hoşnutsuzluğumuzun Kışı ve …

 Geçen hafta, perşembe günü itibarı ile, sevgili Hande (İspanyolca "H" harfleri okunmadığından ötürü belki de, ‘Ande’ olarak telaffuz edilir), benim coşkulu övgülerime dayanamayarak başlamış olduğu Steinbeck’in "The Winter of Our Discontent"ini bitirdi, ama sevmediğini bildirdi.

Kitabı okumakta iken sormakta olduğu sorularını, "bir bitir hele de, öyle konuşuruz" deyip geçiştiriyordum, ama nihayetinde kitap bitince, üstüne de sevmediğini ibraz edince, "e peki sen bunun neyini sevdin birader?" şeklinde ete kemiğe büründürülebilecek bir soruya cevap hazırlamanın gerekliliği kaçınılmaz oldu.

Bu kadar laf salatasına karşın sizi hala bu girişten soğutamadıysam, ne yapalım, başa gelen çekilir, siz istediniz. Şimdi (birazdan) tabii ki kipatın gerek konusuna, gerekse sağına ve sonuna dair pek çok değinmelerde bulunacağım, İspanyolcasıyla söyler isek "espoyler" edeceğim, ama kitabın spoiler’ı ne olur arkadaş, biraz entel olalım lütfen.

Kitabımızın kahramanı, Ethan adında, hayatında son derece memnun ("content"), iki çocuk babası, karısını seven bir bakkal (ben hep Frank Capra’nın It’s a Wonderful Life’ının Cary Grant’ı olarak canlandırageldim). Küçük bir deniz kasabasında doğup büyümüş, oranın en köklü ailelerine dayanıyor soyu. Ama işte ne olduysa savaş (2. Dünya Savaşı) sırasında, babası biraz mülayim bir adam olduğundan, biraz da kentin diğer zenginlerinin yanlış yönlendirmesiyle, bunlar elde avuçta ne varsa kaybetmişler, Ethan da bir zamanlar kendilerinin olan bir bakkalda memur durumuna düşmüş. Ama, dediğimiz gibi, hırsı olmayan bir adam ve halinden memnun, karısını seviyor ve şükretmesini biliyor.

Kitabın ilk kısmı gerek karısının masum, gerekse çocuklarının horgörür bir şekilde "biz niye zengin değiliz?" tiradlarının sonucu olarak, Ethan’ın çok da istemeye istemeye oyunlara (/dolaplara)  girmesini anlatıyor. Buna ek olarak karısının arkadaşı olan vamp bir hatunun cinsel kışkırtmaları da yan temayı oluşturuyor.

Bu blog vesilesiyle, sık sık olduğunu tahmin ettiğim bir frekansta dile getirdiğim üzere, "kötülük nedir bilmeyen iyilik" ile "kötülüğü bilip de iyiliği seçen iyilik" arasında benim için dağlar kadar fark var (ilki keklik, ikincisi marifet). Bu vesileyle Turan’ın vaktiyle verdiği hasta: Osman – bakıcılar: Ayşe/Haydar örneğini bir kez daha hatırlatırım. Ethan da, iyi kalpli olmasına karşın, çok afedersiniz, saftirik değil (‘saftrik’ için özür dilemeye gerek yok, ben de biliyorum, ama saftirik yerine ‘salak’ diyecektim de, o yüzden şeyettiydim…). Etrafında dönen şeylerin farkında, kimse (Marge hariç ki, şimdi boşverin Marge kimdir, filan, ama ilerleyen kısımlarda saygıyı tavana vurduruyor bu kedi-fare oyunuyla) onun farkında olmasa da. Zaten kitabın olayı da bu: Rambo 3’te miydi, Rambo köyde sakin, geçmişinden uzak yaşamaktadır, sonra … ha, yok, Troya’daydı ya, Aşil mutlu mesut yaşamaktadır, savaşmak istemez, sonra Akhalılar o diye bilmemkimius’u öldürürler (çünkü Aşil’in elbiselerini giymiştir o loyloy da.. pofff!), o da "yeminimi bozdum!" diye atlar ortaya, Hektor’cuğu parça pinçik yapar, ama Rambo örneği üzerinden gitmek daha uygun olacak sanırım. Şimdi Rambo olduğunuzu düşünün, geçmişinize sünger çekmişsiniz, kasabada bakkallık yapıyorsunuz. Sonra bir gün terbiyesiz birtakım insanlar geliyor, normalde bu adamların iki saniyede 40 kemiğini kırabilecek donanıma sahipsiniz, ama alttan alıyorsunuz, adamlar anlamıyor ama, başınızdan aşağıya bir kova dolusu mezbahadan aldıkları kanı boca ediyorlar siz mezuniyet gecesi kraliçesi seçildim diye hayatınızın ilk mutluluğunu yaşarken. E şimdi bunları kavurup yakıp yıkmayacaksınız da, kimi yakacaksınız (be birader)?

Ama yanlış işte. Tam da bu noktada iyilik için kötülük yapılamayacağı, "end justifies the means" ("edinilen sonuç, yolu mazur gösterir") yaklaşımının kesinlikle yanlış olduğunu tezimi, inancımı tekrar edeyim: Kötülerin iyilik yapmaları onları iyi yapmasa da, iyilerin kötülük yapması onları kötü yapar (AND kapısı). Rambo’ya, ya da Carrie’ye düşen, yapabileceklerini bile bile, onlara uymamak (hem sonra, yensen "çocuk yendin" diyecekler, yenilsen "çocuğa yenildin"). Bunu yapabilmiş biri çıkmış mı? Çıkmış galiba ama onu da Otostopçunun Galaksi Rehberi’nden öğrendiğimiz kadarıyla çarmıha germişler.

Ethan da netice itibarı ile bir süre sonra hayli bilinçli bir şekilde "madem öyle, işte böyle / hodri meydan / alem buysa kral benim!" diyerek, o da başlıyor komplocuklar kurmaya. Şimdi ona sorsak, demez ama, onun durumundaki pek çok insan (misal Leverage ve Hustle tayfası) "biz yasadışı iş yapıyoruz ama sadece kötülere musallat oluyoruz" der. Malesef, kazın ayağı öyle değil. En sevdiğimiz (ton balığı ile) doldurulmuş kaplanlardan olan Thomas Hobbes, Leviathan’da kati bir şekilde, topluma, sözleşmeye en büyük ihanetin, adaleti kendi eline alan insanlardan gelecek olduğunu belirtir (ya da bunca senenin ardından ben yanlış hatırlıyorum — bir daha da hayatta okutamazsınız o kipatı (tulğayı)  bana!).Winter of our discontent’in bendeki baskısının başında pek fazla boş vakti olduğuna inandığım bir teyze (Susan Shillinglaw) tarafından hazırlanan, epeyce de oylumlu (hacimli) bir girizgah var. Kitabı ikinci okuyuşum Prag Havaalanı’nda uçağımı beklerken bittiğinden ötürü, mecburen o kısmı da okumak durumunda kaldıydım, orada bir noktada, çağımızın yeni değerine dair ("çağımızın yeni düzenine" değil de, "değerine" ayrımını yaptığıma dikkat ediniz) şöyle bir saptamada bulunuluyor:

For Steinbeck it was a shabby little episode that reflected "symptoms of a general immorality which pervades every level of our national life and perhaps the life of the whole world. It is very hard to raise boys to love and respect virtue and learning when the tools of success are chicanery, treachery, self-interest, laziness and cynicism or when charity is deductible, the courts venal, the highest public official placid, vain, slothful and illiterate." It would seem, however, that Steinbeck’s outrage was not shared by a majority of fellow Americans. Although Van Doren was fired both from NBC and from his position as lecturer at Columbia University, others refused to denounce his actions. At the end of 1959, Look magazine surveyed Americans’ values, and the editor concluded that "a new American code of ethics seems to be evolving. Its terms are seldom stated in so many words, but it adds up to this: Whatever you do is all right if it’s legal or if you disapprove of the law. It’s all right if it doesn’t hurt anybody. And it’s all right if it’s part of accepted business practice." This is a survey that Steinbeck may well have read.

 Pek fazla vaktim ve isteğim olmadığı için, üstünkörü çevireceğim, kusura bakmazsanız:

Steinbeck’e göre, "ulusal yaşamımızın ve bir ihtimal dünyadaki yaşamın her katmanına sinen genel bir ahlaksızlığın belirtileri"ni gösterir sefil bir dönemdi. "Başarının anahtarının şike, ihanet, kişisel çıkar, tembellik ve şüphecilik olduğu, yahut hayır işlerinin vergiden düşülebilir, mahkemelerin rüşvetçi, en yüksekteki devlet memurlarının umursamaz, kibirli, uyuşuk ve cahil olduğu bir ortamda insanın çocuklarına erdem ve öğrenme saygı ve sevgisini aşılaması çok zor." Lakin, görünüşte, Steinbeck’in bu öfkesi, Amerikalı vatandaşlarının büyük bir kısmınca paylaşılmamaktaydı. Van Doren’in hem NBC, hem de Columbia Üniversitesi’ndeki hocalık vazifesinden kovulmuş olmasına rağmen, diğerleri onun eylemlerini kınamıyordu. 1959 yılının sonunda, Look dergisi Amerikalıların ahlak değerleri üzerine bir anket gerçekleştirdi ve, derginin editörü, "yeni bir Amerikan ahlak prensibinin gelişmekte olduğunu, nadiren kelimelere dökülse de, aşağı yukarı şöyle özetlenebileceği" sonucuna vardı: "Yasadışı olmadığı ya da ilgili kanuna katılmadığınız sürece yaptığınız şeylerde sorun yoktur. Eğer kimseyi incitmiyorsa sorun yoktur. Ve eğer kanıksanmış ticari metotlardansa, yine bir sorun yoktur." Bu, Steinbeck’in okumuş olabileceği bir anketti.

Van Doren, bizzat Lord Voldemort’un burun takıp canlandırdığı, Robert Redford’ın yönettiği, Big Lebowski’nin Jesus’ı ve Barton Fink’in Barton’u ve Fink’i olan John Turturro’nun ve Northern Exposure’ın Fleischman’i Rob Morrow’ın da yan rollerde göründüğü Quiz Show filmine konu olan, televizyondaki danışıklı döğüş bir yarışma programının skandalının baş ismidir. Film de güzeldir, spoil de etmedim izlemek istersiniz diye, daha ne yapayım.. 8)

Halbuki bize ne kadar normal geliyor, sevmediğimiz hükümete vergi vermemek, insanları polis yerine "ağabeylere" şikayet etmek, güçlünün haklı olması, adaletin, pofffidi, durdum burada, balale din ve devlet işlerinden, ben burada edebiyattan bahsediyordum, geçelim bunları…

Ahkam: Hiçbir (canlı?) sistem evrim geçirmeden, adapte olmadan, değişmeden varlığını sürdüremez. Bir zamanlar bir kavim varmış, kimseye zararları yokmuş; iyilik, barış ve bilgelik içinde yaşayıp giderlermiş. Bir gün buraya istilacı bir başka kavim gelmiş, sayıca çok daha azlarmış ama çok vahşilermiş. Barışçıl kavime, "ya bize katılın, ya sizi yok edelim" demişler, barışçı kavim onlara katılmayacaklarını söyleyince de kadın, erkek, çoluk, çocuk hepsini kılıçtan geçirmiş, barışçı kavimden geriye hiçbir iz bırakmamışlar. 

Ya da şöyle bir hikaye anlatabilirdim: vahşiler barışçı kavmi yemeye başlamışlar, yedikleri her bir birey yiyeni kendisine çevirmiş, barışçı kavim yok olmamış, bilakis kendisine saldıranı asimile etmiş (resistence is futile), kör göze parmak bu sembolizmde, işte iyiliğin eninde sonunda uzun vadede kötüye baskın geleceği, vs… Ama istatistiklere bakıldığında, neyin ne olduğu ortada.

Bir de, az önce seyretmekte olduğumuz bir filmden (Štěstí – bu Çek filmi, İngilizce’ye "Something like happiness" adıyla geçmiş) esinle, diyelim ki çocuğunuzla aynı sınıfa giden bir başka çocuğun hipi anne-babası var, siz de çocuğa acıyorsunuz, "ah zavallı yavrucak, normal bir yaşam nedir bilemeyecek!" diye, halbuki acınması gereken kişi sizsiniz. Hipiliğin çok matah bir şey olmasından ötürü de değil üstelik: onlar kendilerinde acınacak bir şey bulmuyorlar, size göre saflar, siz kendinizi bırakıp onlara acırken, onlar ne kendilerine ne de size acıyorlar (pity). Ethan da tam bu noktada, başkalarının dünyasında var olabilmek adına, rotasından sapıyor. Demiştik ya, "ama sadece kötülere kötülük yapıyor..", isterseniz bu cılız savunmaya ek olarak "ayrıca eğer eyleme geçmese, bir süre sonra bu adamların yaptığı hinliklerin ucu ona ve ailesine dokunacak, meşru müdafa söz konusu..", demeyin öyle, öyle bir şey aslında yok. Yani "asla asla asla taviz vermeyin!" demiyorum ama "şantajcıya nereye kadar ödeme yapacaksınız?" demek isterim yine de. Diyelim ki Chuck Norris’in eşi ve çocuklarını rehin almışlar, diyorlar ki "şunu şunu yapmazsan onları bir daha göremezsin…" Chuck yapmalı mı bu durumda kötülerin istediğini? Cevabı biliyorsunuz, asla yapmaz, gider kötüleri doğduklarına pişman eder. Ama şimdi de derseniz ki "ama o Chuck Norris, biz asla onun gibi olamayız.." haklısınız, demesi, yazması kolay. O yüzden biz tavizsiz olamasak bile, bilgisayar kodlarımızı, robotlarımızı tavizsiz olmaya programlamalıyız. Biri size bir şey yapmanızı söyleyip, aksi takdirde kötü bir şey yapmakla tehdit ediyorsa, o kötü şey sizin yüzünüzden/tarafınızdan değil, o kötü kişi tarafından yapılmaktadır (gelin de bunu Peter Parker’a, ya da ben de dahil olmak üzere herhangi bir kimseye anlatın, olmuyor ne yazık ki).

 


Czukay, Lıebezeit var ama Wobble yok Can’de ("Ken" okunuyor mecburen)

——– 24 Şubat 2012, fantoma adaları, kaplanın seyir defteri —————
Ey sevgili kâri, 5 gün sonra tekrar merhaba (merhaba), çoktan unuttum yukarıda yazdıklarımı ama aklımda yazmayı planladığım şu şeyler vardı, onları detaya inmeden (acele ediyorum zira tavuklara yem vermem lazım) işte öylece başlık olarak sıralayacağım, ben bile bazılarının alakasını kuramasam da, sen aslansın, kaplansın.

  • Büyümek ve amatör ruhu kaybetmek hakikaten kötü bir şey. Epigraf şimdi twitter gibi mesela gelişse, büyüse patlasa hiç hoşuma gitmez. (mesela bununla alaka kuramıyorum, ama bir yandan da bu girişle ilintili olduğunu hatırlıyorum/biliyorum).
  • Çiçekler dölleme olayına girişmek için böcekleri kendilerine çekmek zorundadırlar ve işte bu yüzden alacalı renklerde ya da güzel kokulardadırlar. Böyle olmayan çiçekler de varmış ama ölmüş gitmişler. Pandalar gibi. (bizim akademik hayatta "publish or perish!" daimi tehdidi vardır, pandalara da söylemek lazım).
  • Kızılderililerden geriye kalanlar atalarını özlüyorlar, yüceltiyorlar; işgalciye kızıyorlar. Bunları İngilizce yapıyorlar. Galibin diliyle düşünüyorlar artık. Bundan korkunç ne olabilir? (Retorik soru değildi, bakınız cevap veriyorum: Zaman makinesine atlayıp/atılıp atalarının yaşadığı zamanlara, ortamlara bırakılmak). "Un-knowing" ("bilinen bir şeyi bilmeme konumuna dönmek") diye bir şey var ("un-invite"dan türemiş olsa gerek 8P), yani asıl olarak "un-knowing diye bir şeyin olmadığı" diye bir şey var. Geçmiş bize hakikaten çok uzak. Zaman makinesi yapılsa ama sadece televizyon gibi etkileşimsiz, izlenebilir bir şey olsa, kimse kimsenin yüzüne bakamaz kaldı ki insan insana.
  • Lale Müldür’ün dediği gibi: CEBRAİL – TURUNCU ELÇİ / KURTAR BİZİ!
  • En kötüsü (en kötü şeylerden biri) Sunumun ve imajın, içerik ve anlamdan artık baskın oluşu. Çok fena. Şu slow food dalgası var ya, şimdi slow science akımı başladı, o sanırım daha da fena… Ya, kendisini bir şeyin tersi diye lanse eden (bu terimin kaynağı nedir acep?) herhangi bir şeyden hayır gelmesi mümkün mü? (Düşündüm, punk var başarılı bir örnek olarak ama o da anlam itibarı ile zaten ne kadar kötü kokarsa o kadar iyi olduğundan, yalnızlığım benim, bugünüm, yarınım, sen benim… Zuhal Olcay, Modern Family’nin Claire’ine benzemiyor mu? Benziyor. –Bakın, bu da retorik değildi.). Ayrıca, "en kötüsü ölüm diyenler, bir de bamya sevmeyenler.." 8) (benim gibi susan somurtag bir insanın, her e-mail’inin hemen her paragrafını bu gözlüklü gülen smiley ile bitirdiğine inanır mısınız? Ben de inanmıyordum başlarda ama elimde kanıtlar var.)
  • (Bu) Dünyadan ne kadar hoşnutsuz olursak olalım, sonuçta onun bir parçasıyım ve daha beteri ("utanç verici olanı" anlamında) bizler eğilip bükülmüş olanlarız (hayattayız, yaşıyoruz ya şeker/şeri!), hem eğilip bükülmüşüz hem de vırvır konuşuyoruz daha hala! Yok güzel kardeşim, öyle olmuyor.
  • Yazı ile hayat ayrı şeylerdir, evinizde denemeyiniz.

daha iyi bir ben ve dahi iki mektup

 Eleştiriye cevap vermemenin 42 yöntemi / 80ler ve punk / kendime yeni bir ben lazım

"bir mektup göndersen de ben açıp okumasam"
(H. Ergülen, ezberden yazdım, bir dakika kaynak bulayım…. "Eski Ormanlara Mektup" imiş, "ben" kelimesi de benim eklememmiş)

Buraya iki sene önce ilk geldiğimde, bir süre üniversitenin misafirhanesi görevi de gören bir otelde 17 günlük bir maceram vardır. O sıralar bir yandan yeni işime, yeni dile, yeni ülkeye alışmaya çalışıyordum, bir yandan da noel tatili gelmeden evvel ev bulma koşturmacası içindeydim (böylelikle Bengü ve Ece’ye en kısa sürede kavuşabilecektim). İşte o günlerde canım fahri kan kardeşim Doğan’a bir mektup yazmaya başlamıştım.

Sonrasında o mektubu unuttum. Sonrasında o mektubu hatırladım ama bulamadım; bulamadığımdan, gönderdim mi, göndermedim mi emin olamadım. Ne yazdığımı zaten hiç hatırlamadım.

Bu blog vesilesiyle tanıştığımız sevgili Canan’a da bir mektup yazıp gönderdiydim (pek bir mektup yazıp gönderici bir kişiliğim vardır). Sonra o mektup Canan’ın eline geçmedi, sonra ben yine şüpheye düştüm, önce acaba o mektubu göndermiş mi idim, ardından, öyle bir mektup acaba aslında hiç varoldu mu, diye.

Bugün ofisin kapısı açıldı, varlığından şüphe eder olduğum işte o mektup, üzerinde yavru ağzı bir iade çıkartma ("RETOUR : İADE — Déménagé / Buradan ayrılmıştır", PTTnin beynelmilel lisanı anlaşılan hala frankofon milletlerine ayarlı, olsun, öylesi daha hoşuma gidiyor zira bir istimpunk havası taşıyor resmiyette Fransızca kullanımı). Sağolsunlar, işte sağ salim geri getirdiler mektubu. Mektup, yumuşak-nazik bir şekilde açılmış, içindeki bunalım-sıkıntı yüklü hava bir ihtimal ciğerlere çekildikten sonra, ülke sınırları içinde bulunması sakıncalı addedildiğinden olacak, İspanik ellere geri uğurlanmış. Ne yazmış olduğumu bilmiyorum, oldum olası yazdığım mektupları bir kez daha okuyamam – gerek göndermeden evvel, gerekse, yazma sürecine uzun bir sekte girdiyse, nerede kaldım, neler yazmışım bir bakayım diyerekten (Woody Allen da bir kez kurgu masasından kalktıktan sonra hiçbir filmini izlememiş olduğunu belirtmişti, kem küm gak guk…).

Geçen ay, önemli bir belgeyi arıyordum, coştum, bir bahar temizliğinde evrakı, makaleleri sıraladım dizdim, aralarından başta belirttiğim Doğan’ın mektubu da çıktı. Elbet sırası geldiğinde gönderilecektir bir gün.

Sırt üstü yatmak anlamındaki de ayrı yazılır.com*

And now for something completely different: Bu sene kendimi geliştirmeye karar verdim: işe sırt üstü yatıp uyuma talimleriyle ve "de" bağlacının yanlış kullanımından ve yazımından rahatsız olmamaya çalışmakla başladım. Açıklayayım efendim:  Kendimi bildim bileli yüzükoyun uyurum, ilkokul 2’den beri de yastıksız. Geçtiğimiz yaz, baktım epey toplamışım (kilo bazında), "dur bir perhize gireyim" dedim: abur cuburdan, kırmızı etten, pattestava vesairden uzaklaşıp, baklagil-sebze-meyve üçgenine yanaştım. Hızlıca sonuç almaya başlayınca, bu sefer de "bu gidişatı sporla destekleyeyim bari" diye düşünüp, akşamları birtakım ilginç hareketler yapmaya başladım. İşte, artık her yanımdan sağlık fışkırınca, son hamleyi de uyuma şeklimi değiştirerek gerçekleştireyim dedim, olay bundan ibaret (bu kadar sıkıcı ve gereksiz). Gelelim şu "de" bağlacının meselesine – eskiden yılmaz savunucusuydum, kimsenin yüzüne vurmasam da, bana gelen e-maillerde mesela, çaktırmadan alıntı kısmında düzeltirim, kimsenin de ruhu duymaz. Sonra, geçtiğimiz ay Necdet Yücel, blogunda "Eleştiriye cevap vermemenin 42 yöntemi" başlıklı bir yazı yazdı, ben de okudum, onun daha ilk maddesinde bu konuya (biraz da ters istikametten) değiniliyordu, ben de "ne diye canımı sıkıyorum, derdimiz ‘de, da’ hataları olsun" dedim (ya da Gürer Beyciğimin deyişiyle "öeh!"). Sırtüstü uyuyabilmeyi becerebilirsem bunu haydi haydi becerebilirim, sıkayım dişimi (¡A por ellos!). Geçen gün xkcd’de şu çıktı, manyaklık bir değil, iki değil, nereye kadar (n sonsuza gider):

http://xkcd.com/1015/

Punks not dead (in the heat of the night)
Yılbaşı tatilinde, bildiğiniz üzere Barışlarda, Belçika’da toplandık, bir günlüğüne de Hollanda sınırını geçip, Delftceğimizi ziyaret ettik. İşte, Delft’te akşam vakti arkadaşlarda -biraz da yorgun- otururken, ev sahibi Remko, bana ne tür müzik dinlediğimi sordu da, adımı söylüyormuşçasına, hiç düşünmeden, "80ler ve punk" dedim. Gerçi sonrasında Remko gayet anlamışçasına bir "hımmm…" deyip klasik müzik çaldı ama olsun, caz da çalabilirdi nitekim. İşte "80ler ve punk" deyişim, hayatımda yeni bir dönem açtı (/onun gibi bir şey), böylesi ucube bir şeyin bu kadar benimsenmiş ve doğal bir şekilde kendinden ibrazı kendime saygımı arttırdı (paradoksal olsa da), şimdi burada biraz deneyip de akabinde beceremediğimi anladığım bir şekilde, yani tarifi pek mümkün olmayan bir şekilde, mutlu ve huzurlu oldum (bunu yazınca da "hani diyelim ki çirkin bir kız arkadaşınız vardır, arkadaşlarınızın görmesini istemiyorsunuzdur fakat onunla da çok iyi vakit geçiriyorsunuzdur, sonra bir gün yeterbea! çekip bütün dünyaya açıklarsınız da rahatlarsınız, film de mutlu sonla biter" örneği aklıma geldi ama bu teşbihle de açıkçası pek tatmin olduğumu söyleyemeyeceğim). Neyse, yarın öbürsü gün, anneniz-babanız olur, öğretmeniniz olur, işte soracak olurlarsa "sururi ne tür müzik dinliyor kuzum?" diye, çekinmeden bildirebilirsiniz: 80ler ve punk. (bkz. Klozetten çıkan adam)

Bobby‘nin ellere dikkat! Böyle el paletleri vardı bir de benim çocukluğumda

olan bitenler…
İşte siz uyurken olan bitenlerin bir kısmı bunlar. blogda okumadığınız eski tarihli girişler olabilir – onları yazmaya başladığım tarihli oluyorlar, yayınlayınca da arkalarda çıkıveriyorlar, ya da ben bir müddet geçtikten sonra yayına alıyorum, her şey olabiliyor. Neyse, en azından yılın listeleri bitti, artık yorumlara yorum yazmaya başlayabilrim.

(Sevgili Bilge,
Bana bir mektup yazmış olsaydın, ben de sana cevap vermiş olsaydım. Ya da son buluşmamızda büyük bir fırtına kopmuş olsaydı aramızda ve birçok söz yarım kalsaydı, birçok mesele çözüme bağlanamadan büyük bir öfke ve şiddet içinde ayrılmış olsaydık da yazmak, anlatmak, birbirini seven iki insan olarak konuşmak kaçınılmaz olsaydı. Sana, durup dururken yazmak zorunda kalmasaydım. Bütün meselelerden kaçtığım gibi uzaklaşmasaydım senden de.
OA – TO)

Yılın Listesi: Diğer değerlerimiz ya da yılın enn! kısa kısa

 Bu sene kategori dışında da birtakım saptamalarımız ve saplantılarımız oldu. Mesela yılın uluslararası ilişkiler kategorisinde bir terminal kuşu olarak şimdiye kadar onlarca havaalanının risalesinden geçen bizlerce son derece haklı olarak gelmiş geçmiş en berbat havaalanı olmaya hak kazanan Brüksel havaalanı var! Hey ya rabbi! Ne fena, ne fena bir havaalanıydı o öyle! Servisten filan bahsetmiyorum – uçaktan inip de bavullarınızın peşinde atıldığınız o "treasure hunt" macerasında, sizin gibi kader kurbanları ile son derece yanıltıcı, zaten çoğu zaman gözden kaybolan o tabelaların peşinde kilometrelerce yürüdüğünüz, okun (tabela dediğimiz, yazısız bir oktan ibaret bu arada) bir duvarı göstermesiyle yaşanan hezimet… korkunç idi. Şimdi wiki’den baktım, inci bulabilir miyim diye, 2005 yılında Avrupa’nın en iyi havaalanı seçilmiş olduğunu öğrendim (bilirsiniz belki: bizde Laz fıkraları vardır ya, Avrupa’da Belçika fıkraları anlatılır, bu da onlardan biri olmalı). Farkındayım, ekşi başladım ama bundan sonra gelecekler hep güzel şeyler olacak. Örneğin, bu sene uluslararası ilişkilerimiz dört dörtlüktü, Avrupa’da ikamet etmekte olan pek çok arkadaşımızla (Liliana, Barış, Efe, Yasemin, Deniz) bir yıl geçmeden tam iki kere görüşebildik! İspanya içinde / dışında yamacında yörecinde birçok yer gezdik gördük (tamam, Türkiye de vardı ama o sayılmaz, çok aceleye geldi, geldik).

Bu sene, pek çok blog keşfettim, yeniden buldum. Bahar’ın Güzel Onlu‘su başta olmak üzere (tabii ki Dünyevi Zevkler Bahçesi ve Günün Berberi ile birlikte alınmakta). Hazır laf açılmışken, geçen gün Barış uyandırdı da, Wes Anderson’ın son filmi "Moonlight Kingdom"ın fragmanını izleyip, hevesle beklemeye başladık.

Film deyince de, bu yılın (2011) keşfi olan film blogu Çarpık Kadraj var, pek bir profesyonel, pek bir muhbir, güncel (ben sinemadan çok dizi yazılarını beğenmekteyim, mesela dizi sonları filan). Yılın sonlarına doğru bir yerlerden, ama hatırlamıyorum nerelerden, Kediler ve Kitaplar‘ı keşfettim: hayli düzgün, eli yüzü düzgün, entel dantel ama yine de bilgiç ve profesyonel olmayan bir site (Calvin karlı bir gün evine dönerken yolda karşılaştığı bir kardan adama bakıp "inşallah tanıdığım biri değildir" diye düşünür ya, tam o anlamda olmasa da, Çavlan ve Umut da inşallah tanıdığım birileri değillerdir. Bir de Hakan’ların onların olduğunu bilmeden sardırdığım bilim kurgu ve fantezi bazlı siteleri var: Hitit Güneşi. Bir de (gizli hayranı olduğum) Su, çok uzun bir aradan sonra tekrar bir şeyler yazdı ama üzücü bir şeyler yazdı, üzüldük biz de ailecek. İnşallah tez zamanda iyice iyileşir (onun bloguna bağlantı yok).

Ece’ye oyun için söz verdiğimden ve artık sürekli hatırlatığından, aklımdaki geri kalan şeyleri bir cümle ile geçiyorum, sevgilerle, EST.

Yılın video serisi: You Big Cat You başta olmak üzere Atatürk Orman Çiftliği kayıtları.
Yılın oyunu: Settlers of Catan (ve Ece eklentisi)
Yılın blogu: Güzelonlu (eğer bir ihtimal yukarıda anlaşılmadıysa diye tekrarladım)
Yılın sürç-i lisanı: "iğne iplik" (ama o kadar cuk oturmuştu ki, sonradan düzeltmeye kıyamadım 8)
Yılın tatları: Tabasco, Speculaas ile Maple şurubu (3.yü artistlik olsun diye yazdım; Ece de waffle yazmamı istedi: hem Belçika, hem de Hollanda wafflelarını ayrı ayrı olarak belirtti).
Yılın blog tanışkanlığı: Canan.
Yılın çayı: Barış sayesinde tiki katsayımızı arttırdığımız yeşil çaylar (özelde Palais de Thé – Fleur de Geisha).
Yılın ziyaretçisi: Georgina!!!! Eyoo! kaç seneden sonra gördüm arkadaşımı, üç günlüğüne de olsa.


bengal

Sevgili gümlük…

 Sevgili gümlük, yüreğim kabarmış benim.

Bu sene 3 senelik projem bitiyordu ya, dün iki hocam da benim için, ayrı ayrı proje başvurusu hazırlamakta olduklarını bildirdiler. Akşam Bengü ile uzun uzun konuştuk, artıları, eksileri tarttık ama denklemdeki en büyük eksi, bir 2, haydi 3 olsun, yıl sonra gene aynı noktada kendimizi bulacağımız gerçeği idi. Üstelik o zaman değişiklik daha da zor olacaktı.

Hal böyle olunca, bugün gittim sabah biriyle, akşam diğeriyle görüştüm, teşekkür ettim kendilerine, projenin beni kurtarmadığını, artık bir yerlere kalıcı olarak yerleşmem gerektiğini söyledim. Kriz, İspanya’yı bir ihtimal gazetelerde okuduğunuzdan da daha beter çarpmış durumda. Bask bölgesinde para var diyorduk, geçen gün onlar da topu attı (sonradan yalanladıysalar da, bizzat görüyoruz yaşanan donukluğu, dondurulmuşlukları). İnsanlar iyi olmasına çok iyiler (sizlerden iyi olmasın) ama işte keyifsizlik var. Bilemiyorduk ne yapacağımızı, işte dün bu proje haberlerinden sonra, gözümü kararttık, artık belirsizliklere, onları ertelemeye yeter dedik.

Bask hükümetinin prestijli bir ödülü var: bütün dallardan 20 kişi seçiliyor, bu kişiler 5 sene boyunca, tenure track, dediğimiz, kalıcı akademik pozisyonlara yönlendiriliyor – 5 yılın sonunda pozisyon garanti olmasa da, epey yüksek ihtimalli oluyor. O ödüle başvuracaktım, piyango misali, "ya çıkarsa" diye, ondan bile soğumuşum neredeyse (sonuçta başvuracağım). Buralarda akademi dışında iş bakarım, diyordum, bakmayacağım, hem iş yok, hem de işin devam edeceğinin garantisi (+ birkaç şey daha…).

Metin Altıok’un deyişiyle, "yine yol göründü yerleşik yabancı’ya, / bir süre öyle sanmıştım kendimi."  İstikamet Ankara, Türkiye, zaman bu senenin sonu. Üniversitelerle yazışmaya başlamaya ne zaman başlamalı? Bu akşam okuldan çıktım, kar yağıyordu, pek kar yağmaz buralarda, bir geldiğimiz sene yağmıştı da, "10 seneden beri ilk" demişlerdi. Bugün hocalarımla olan konuşmam veda niteliğindeydi, bugün sonuçta gidişin başlangıcı, ilk günü, ben de buraya tarih düşeyim dedim. Öyle bir burukluk geldi işte, o soğuk havada otobüse yürürken, bir de Afşar Timuçin’in Alacalı Türkü’sü:

            Eski şiirleri yırtsan ne çıkar
            Yenilerinde de aynı hava
            Sana göre ben huysuz oldum
            Bana göre sen alıngan
            İşin özü hep aynı kalmamızdır
            İstersen beni bir sure arama
            Bunda neyin payı var bilmem ama
            - Her şeyin payı olabilir -
            Dünya duracakmış gibi dönüyor
            Ben bunu sezdim nicedir
            Bu durumda insan üzülebilir
            Beni istersen hiç arama
            Hep aynı kalan güzellik gibi
            - Yontuda da öyle değil midir -
            Gözlerin aynı bakışı bakmakta
            Bu bakış bir başkasını öldürebilir
            Bende ancak yalnızlık acısı bırakıyor
            Belli ki bir şeyler var nicedir
            Ya da nicedir hiçbir şey yok
            İstersen beni bir süre arama