Sevgili kâri– (evdeki) hesapta dün taze bitirdiğim John Banville’in "The Sea"sinden beni epey vuran bir bölümün yüklüce çevirisini yapacaktım, ama daha "Bare trees across the road were black against the last flares of the setting sun, and the rooks in a raucous flock were wheeling and dropping, settling disputatiously for the night." cümlesiyle silkinip, kendime geldim. Geldikten sonra da, hemen internete baktım, Türkçe’ye Hasan Kaya çevirmiş, Can Yayınları’ndan 2006 yılında çıkmış. Banville bir şair edasıyla yazdığından, kelimeler okurken dimağda kayıp gittiğinden, eriyip bittiğinden (Fax!) Türkçe’de nasıl olmuştur, bilemem, o nedenle tavsiye edemeyeceğim, bir ara bakarım elbet, o zaman hala hatırlıyorsam bir güncelleme yaparım.
Kipatı gene bu blogdaki paslaşmalarımızın ardından, Hande vasıtasıyla edindim, kitabı ikimizin de beğendiğine ikimiz de şaşırdık (kitap/dizi zevklerimiz niyeyse hiç uymaz!). O yüzden istedim ki, hem kitabı öveyim, hem de belki Hande’yle farklı sebeplerden beğenmişizdir kitabı, o ortaya çıkar, dünya da dengesini yeniden bulur.
Kitaptan bahsettiğim alıntıyı çeviremeyeceğim ama bu demek değil ki ilgili yerdeki yorumu da Türkçe’leştiremem (değildir herhalde). Başlayalım o halde:
Pinter’ın "İhanet"ini (The Betrayal) okurkenki duyduğum, o monoton, hani neredeyse banal anlatımın içinde ilkin göz ucuyla görüp de ardından bütün bu zamanlar boyunca arkalarda saklanan o ustalığın derinliklerini bütün ihtişamıyla karşınızda bulduğunuz duyguyla bu kitapta da karşılaştım. "Deniz"in (The Sea) durumunda, sizi ….
ya, anlaşılan bugün (ya da yarın ve sonraki gün) çeviri günüm değilmiş, özür dilerim; ilginiz, İngilizce’niz ve vaktiniz varsa, http://emresururi.tumblr.com‘a alalım sizi bu seferlik, kusura bakmayın ne olur. Kitap güzel, amcanın şair gibi bir anlatımı var. Anılar ve onların niteliği hakkında okuyageldiğim en sağlam kitap oldu. İki gün önce sorsaydınız kitabın nasıl gittiğini, öfleyip pöfler, yüzümü buruştururdum bir ihtimal ("işte arkadaş verdi, ayıp olmasın, okuyoruz…"). Fakat bir anda açıyor kendisini, hani -filmlerde (Amerikan)- vardır ya, barda sürekli asıl karakterlerle takılıp da hiç konuşmayan, sonra (filmin sonlarına doğru) bir olay üzerine bir anda bir monoloğa başlayan (şimdi belki sizin de aklınıza Chasing Amy, Silent Bob gelmiştir, ama benim kast ettiğim, sizden çok kendisine konuşan insanlar — mesela deliler) karakterler gibi. Bunu yapmasına gerek olmadan (sonra da zaten bir daha kimse ondan haber almaz).
Rose was standing in the doorway. She was in her bathing suit but was wearing her black pumps, which made her long pale skinny legs seem even longer and plaer and skinner. She reminded me of something, I could not think what, one hand on the door and the other on the door-jamb, seeming to be held suspended there between two strong gusts, one from inside the hut driving against her and another from outside pressing at her back.
p.242
[Rose kapıda duruyordu. Üzerinde mayosu vardı ama ayağına siyah ayakkabılarını geçirmişti, bu da uzun soluk sıska bacaklarını daha da uzun, daha da soluk, daha da sıska gösteriyordu. Bir eli kapıda, diğeri de eşiğin üzerinde, sanki biri kabinden yüzüne doğru, diğeri dışarıdan gelip de arkasından bastıran iki güçlü rüzgarın arasında dengede tutuluyormuş gibiydi, bana ne olduğunu bilemediğim bir şeyi hatırlatıyordu.]
"She reminded me of something, I could not think what" (Bir de Cemal Süreya’nın "Bir şey var şu bizim durumumuz ona benziyor"u vardır, bilmem ki benzer minvalde midir).
Olaya ısınmanız için başlardan itibaren düşük dozajlı bir gizem havası veriliyor, ara ara besleniyor, ama işte karşınızdakinin kim olduğunu (boşuna vermiyorlar Booker’ı) anlayınca, bayırlardan aşağı koşar adım giderken pek de umrunuzda olmuyor gizem filan (son 30-40 sayfada yalnız, son derece Iris Murdoch’ımsı bir şekilde hem de, açık uçlar birleştiriliyor, havada asılı kalması çok daha uygun olacak pek çok soru cevaplanıyor, yazar bir anda normal, mesaili bir yazara dönüşüyor ki, biraz üzülüyor insan tabii ki (üzüntü ve muz kabuğu).
İstikrarsızlıklar, adını koyamamalar, tekrarlar, tekrarladıkça geliştirmeler, düzeltmeler… Kitabın ana konusu hatıralar olunca, bunlar bütün ihtişamlarıyla karşılıyor sizi. Hakikaten etkilendim çok, amcanın röportajından belliydi zaten (umutsuz vaka, umutsuz vaka). Neden bir şey insanın o kadar umrunda olmadığında, öncelikleri arasında olmadığında, işte tam o zaman başkalarınca gıpta edilebilecek mertebeye erişir? Bir de: kimsenin olmadığı ormanda ağaç düşse sesi çıkar mı? kaonuna dün cevap bulmuş bulunmaktayım (darısı ormanda kaka yapan ayı varyantının başına). Cevap: "Eğer gerekiyorsa" (ya da donanımınız çok iyiyse ve böyle bir ekstra rendering’in sisteminizi yavaşlatacak kadar işlemciye yük bindirmeyeceğini biliyorsanız, ses çıkartabilirsiniz). Eğer bu soru açıldığında ortamda etkilemek istediğiniz kızlar varsa, o zaman entel cevap olarak "ses çıkmaz çünkü kimsenin olmadığı bir ormanda ağaç yoktur, orman yoktur, esse est percipidir (WYSIWYG)" diyebilirsiniz, kimsenin umrunda olmayacaktır zira.
Neyse, daldık gittik yine. Öyle.
(Bir de Bear Cavalry vardır, bilen bilir)
Eee Hande, sen ne diyorsun bakalım?