Let the right one in.

Şarkı, Morrissey’in. Benim haberim film (Låt den rätte komma in) vesilesiyle olmuştu. Neyse, konumuz o değil, başlığımız o, deyip, sebep-i ziyaretimize geçelim…

Dün, kahvaltıdan sonra balkonda çay keyfi yaparken, çok da sevmediğim bir Murakami kipatı (çok da sevmediğim Murakami hikayeleri seçkisi olan) olan Blind Willow, Sleeping Woman‘ı elime aldım, gözüme çok da uzun olmayan "Hanalei Bay" adlı hikayeyi kestirip okumaya başladım. Cumartesi günü Bernice Rubens’in bir süredir okumak için sabırsızlandığım "Sunday Best" kipatını bitirmiş, kipat patlak  çıkıp, akabinde bir türlü düzelmeyince, o kadar beklentinin altında kalmıştım. Hanalei Bay’in kurtarıcı olmasını beklemiyordum, o da olmadı sonuçta, hatta konusuyla da tadımı kaçırdı (başında yapıyor yapacağını, sonrasında ne dese boş).

İşte böyle kipat boşluğunda, ne okuyacağımı düşünürken, tesadüfi olarak (yazarlarla dolu bir listeden seçmek suretiyle) Kanadalı hikaye yazarı Alice Munro’nun "Too Much Happiness" kitabını buldum. Yazar kimmiş diye bakarken de 2009 yılında Uluslararası Booker’a layık görüldüğünü öğrendim. Bu sabah okul yolunda kitaptaki ilk hikaye olan "Dimensions"ı okumaya başladım, akşam otobüsü beklerken hikayenin şok edici, tatsız kısmına maruz kaldım (benzer bir tat için bkz. vaktiyle William Faulkner’ın "Barn Burning" hikayesi hakkındaki izlenimlerim). Elim yanmışçasına acıttı tuttuğum (e-)kipat. Söylendim, sövdüm, oracaıkta okumayı kestim, eve varınca bu girişi yazmaya karar verdim: bilmeden, araştırmadan öyle her yazanı buyur etmeyin, bir soruverin, kimin nesiymiş, kim tavsiye ediyormuş diye… Yanımda başka okuyacak bir şey olmadığından, el mahkum, yolda devamını da okuyup bitirdim hikayenin. İyi yazar, gerçekten çok iyi bir hikayeydi, sapasağlam bir örgü örmüş, her şey bir şeye (hikayeye) hizmet ediyor, kuruyor kurguluyor… ama değer mi? Ben okudum, siz okumayın. Şimdi ikinci hikaye olan "Fiction"a başladım, hakkını yememek için ama ondan sonra bırakacağım. Ne okuyacağım?..

Anselm Kiefer - Die Berühmten Orden der Nacht
Anselm Kiefer | The Renowned Orders of the Night (Die Berühmten Orden der Nacht), 1997


Cânım!..

 Cânım Efendim,

Bilseniz ne kadar severim "cânım" demeyi. Ca’yı şöyle uzatarak… Kısaca söylemenin de bir zevki, bir tatlılığı vardır, bilirim, ama "caaanım" demek daha hoşuma gider benim. Nasıl anlatayım: daha bir âşıkça oluyor, hani "âşık" denince bir de şair anlaşılıyor, işte o mânada, daha doğrusu iki mânasıyla birden. Benim durup dururken: "Cânım…" dediğim de olur. Biri duyup da: "Kime söylüyorsun? Kiminle konuşuyorsun?" diye sorsa, şaşar kalırım, bilemem ne diyeceğimi. Gizlemek istediğimden değil, gerçekten bilmem de onun için. John Ruskin son hastalığında, pencerenin yanındaki koltuğa oturur, gözleri önünde yayılan kırlara, göğe, her şeye bakarak: "Beautiful… Beautiful…" dermiş. "Ne güzel… Ne güzel…" demek mi bu? Yooo. "Cânım… Cânım…" demek. Herkes de acaba öyle mi? ben yaşlandıkça o "güzel" sözüne sinirleniyorum, bir değer yargısı, kıymet hükmü gösteriyor, bir ukalâlık var onda, insanları, eşyayı, bütün gördüklerimi kalkacağım da şu güzel, bu çirkin diye ayrıacağım. Ne yeri var bunun: "Cânım" dersiniz, ne görürseniz hepsine, hepsine, "Cânım" dersiniz, yargılamaktan kaçarsınız, hepsini seversiniz, bu dünyada ne varsa hepsiyle bir oluverirsiniz, daha iyi değil mi: Doğrusu gelmez benim elimden, ama ara sıra olsun elimden gelir diye hayal ediyorum da bir âşıklık kelimenin her iki mânasıyla bir âşıklık, duyuyorum gönlümde.

    "Cânım" demeyi ne kadar seversem "ruhum" demekten de o kadar tiksinirim. Siz de bir deneyin, bir dosta, bir yakınınıza, çocuğunuza, sevgilinize: "Ruhum… Ruhum benim…" deyin, bakın, yapmacıklı gelmiyor mu size? Bir bayağılık yok mu onda? Hani zorla kibar olmağa, üstünlük taslamağa kalkanlar vardır, siz de onlara karışmış gibi olmuyor musunuz? Ruh… en betime giden sözlerden biri. Felsefe kitaplarında belki çekilir, ama üç beş ahbap konuşurken, yahut şiirde, hikâyede ne kadar tatsız oluyor. Hatice Süreyya, yani Vâ-Nû, bir şiirinde:

    Ruhiyat isterseniz, buyurun eczahaneye
    Nâne ruhu, kâfuru, hepsi de var, hem esans

diyor, o başka, o iyi ruh’la alay ediyor da onun için. Bir de Yahya Kemal Bey’in Vuslat şiirindeki ruh’ları düşünün:

    Bir ruh o derin bahçede bir defa yaşarsa…
    Sevmiş iki ruh ufku görürler daha engin…

Yakışıyor mu orada? O cânım şiiri bozuvermiyor mu? Güzeldir Vuslat, güzeldir ya, şair ruh demese daha da güzel olurdu. Bir şarkı söylerler:

   Ruhumda bu şeb hicr-i visalin yanıyorken…

Beğenenler darılmasın, hiç hoşlanmam, güftesinden geçtim, bestesi de ulur gibi bir şeydir, Vuslat şiirindeki ruh’lar da inat gibi bana onu hatırlatırlar. Güzeldir Vuslat şiiri, dedim bir kere güzel olduğunu, sözümden dönecek değilim. Ben sevdiklerimden öyle kolay kolay vazgeçmem. Vuslat şiirini de ilk yazıldığı günlerde ne kadar sevmiştim. Yanılmıyorsam 1940’ta, Akşam gazetesinde çıkmıştı, hemen ezberledim onu, önüme kim geldiyse okudum, coşmuştum, duramıyordum. Öyle bir şiir yazıldığı günlerde yaşadığım için övündüğümü, kıvandığımı bile söyledim. Yalan değildi, o kadar beğeniyordum o şiiri. Gene de beğenirim:

    Kanmaz en uzun bûseye, öptükçe susuzdur,
    Zira susatan zevk o dudaklardaki tuzdur,
    İnsan ne yaratmışsa yaratmıştır o tuzdan,
    Bir sır gibidir az çok ilâh olduğumuzdan…

gibi mısralarda bir büyüklük vardır. Ama, neden söylemeyeyim? eski hayranlığıma hayli su karıştı. Bir görmüksülük (théatral‘lik) var o şiirde, gittikçe o yanı çarpıyor insanın gözüne. Görmüksü şiirler arasında da çok güzelleri olabilir, örneğin Victor Hugo’nunkiler. Ama Yahya Kemal Bey o şiirini yazarken kelimelerini de iyi aramamış, "sevmekteki efsun" diyor, "bir mucize halinde" diyor. 1940 yılında konuştuğumuz dille yazıldığını düşünmeden vezin hatırı için "simâları" diyor, daha neler demiyor. Yok, güzel bir şiir ya, öyle özenerek, gerçekten özenerek yazılmış değil. Yahya Kemal Bey, bazı şiirlerinde görülen kolaylığa onda da bırakıvermiş kendini. Bir şiiri:

    Adalardan gelen o mektupta,
    Oradan bir sihirli râyiha var;
    İşveler sezdiren bir üslûpta…

diye başlar. Rindlerin Ölümüİsmail Dede’nin KâinatıHazan gibi şiirleri yazan adama pek yakıştırılmaz, "sihirli râyiha", hele "işveler sezdiren bir üslûp", Puccini’nin aria’larından yahut:

    Dizlerine kapansam, kana kana ağlasam,
    O güzel saçlarını ben çözüp ben bağlasam

gibi şarkılardan hoşlananlar için yazılmışa benzer. Vuslat şiirinde de, iyi bakarsanız, vardır öyle bir hal. On yıl önceki coşkunluğu düşünüyorum, çok su katılmış o coşkunluğa.

    Sevinerek, övünerek söylemiyorum bunu, içim kanıyarak söylüyorum. Edebiyatla uğraşan bir adam için, bir eleştirmeci için, bir hayranlığı yitirmenin ne olduğunu bilir misiniz siz, benim sevgili okurum? Elbette sevmişinizdir ömrünüzde, ne dediniz sevginizi, aşkınızı anladığınız gün? Gözleriniz parladı, Karaca Oğlan’ın şiirleri ezberinizde ise:

    Hadini de deli gönül hadini.
    Aramazlar gurbet ile gideni.
    Ak göğüs üstünde çakır dikeni
    Bitmeyince gönül yârdan ayrılmaz.

dediniz, Ovidius’la birlikte: "Maximus in me deus est" (En büyük Tanrı benim içimde) dediniz. Lâtince bilmeseniz de söylediniz bunu, ben de bilmem lâtinceyi, âşık olduğum günlerde öyle demiş olduğumu sonradan, lâtince bilenlerden öğrendim. O en büyük Tanrıyı hiçbir zaman gönlünüzden kaçırmıyacağınıza, mezara girip de göğsünüzde çakır dikeni bitmeden yârdan ayrılmıyacağınıza and içtiniz. Bir gün baktınız ki gidivermiş o Tanrı, siz ölmeden de sevgiliyi unutmuşsunuz. Ne oldunuz o gün? Sevdiğiniz günlerde, umutsuzca sevdiğiniz günlerde çektiklerinizden bin kat acı bir yara duymadınız mı içinizde? Kendi kendinizden şüphe etmeğe başladınız değil mi? Bilirim, o sızıyı unutmak için işi alaya vurmuşsunuzdur: "Vefasız âşıktan da kötüsü vefalı âşıktır" gibi bir söz, bir lâkırdı savurmuşsunuzdur, ama bunlar avutabilmiş midir sizi? Bu sözü unutsam, bilirim üzülürsünüz sevdiğiniz için değil, sevmediğiniz için, gönlünüzce sevmediğiniz için, bir sevdiğinizi bir daha unutmamak üzere sevemediğiniz için üzülürsünüz. Bir eleştirmeci de, bir zamanlar hayran olduğu bir şiir, bir eser karşısında o eski hayranlığı duyamazsa, hayranlığına çok su karışmış olduğunu anlayıverirse, yüreğinde işte öyle bir yara açılır, işte öyle bir sızı başlar. Hayranlık da aşk gibi kişiyi yükselten bir şeydir, ama o da aşk gibi geçicidir, bir kere yitirdiniz mi, sanki uçurumlara düşürür insanı.

    Sevmem "ruh" sözünü, doğrusunu söyliyeyim. Ahmet Haşim’in: "Âteş gibi bir nehr akıyordu / Ruhumla o ruhun arasında" mısralarında dahi pek sevmem. Ahmet Haşim bu düşünceyi ruh sözünü kullanmadan nasıl söyliyebilirdi? Bilmem orasını, hiç aramadım, ama o mısralarda da o söz batıyor bana, bir acayiplik var "ruh" demekte, "can" gibi değil o, sizin de, benim de birer canımız var, kedinin, köpeğin, tavşanın da birer canı var, can bizi bu dünyada yaşıyanların hepsiyle birleştiriyor. Ama ruh yalnız sizde varmış, bende varmış, kedide köpekte, tavşanda yokmuş. Bir büyüklük, üstünlük veriyor insana, uydurma bir büyüklük, insan oğlunun kendi kendine uydurduğu bir büyüklük. Bütün övünmeler gibi o da gülünç bir şey, çirkin bir şey. Hem de kurtulmak yok o ruh denilen şeyden. Dayanıklı mı dayanıklı. Ben öleceğim, gömüleceğim, göğsümün üzerinde çakır dikenleri bitecek, bir gün göğsümde hiçbir şey kalmıyacak, belki çakır dikenleri dahi sökülüp atılacak, o mezarlığın yerine bir bahçe, belki kocaman bir mahalle kurulacak, sonra onlar da bozulacak, yüzyıllar geçecek, görüşler de değişecek, medeniyetler değişecek, ama ruhum, o ne olduğunu bilmediğim şey, sapasağlam kalacak. Kandili karartıp da masa başına çağırdınız mı, ta nerelerden çıkıp geliverecek… İnanıyorlar buna, bir inanış ki sormayın. Ne dersiniz deyin, inanmıyorlar, gülüyorlar, omuz silkiyorlar, ama "ruh" dedini mi, ne olduğunu araştırmadan şıppadak inanıveriyorlar. Gelin de kızmayın bu insanlara: Akrabası makrabası da oluyor ruhun. Bakın ne diyor Cenap Şahabettin:

    Ben şair olaydım sana, ey yâr-ı dilârâm,
    Hemşire-i ruhun gibi sözler getirirdim…

Ruhun hemşiresi, biraderi, ağa-babası, kaynatası, kaynanası… O kadar kalabalık soyu sopu olanlardan korkarım…

    Bırakalım bunları, cânım Efendim, bırakalım bunları da "cânım" diyelim biribirimize "cânım" diyelim bütün cânım dünyanın cânım insanlarına, hayvanlarına, bitkilerine, taşına toprağına. Hepsi de bizim gibi canlı, hepsinin de bir gün yitirecekleri birer canları var. "Cânım" diyelim, yalan dahi olsa söz tatlı…

Nurullah Ataç,
3 Haziran 1951
Okuruma Mektuplar ~ Prospero ile Caliban

["Gene Yalnızlık", YKY 2011]

o sırada (aka son dakika)

 Sevgili Gümlük,

Editörün açılmasını beklerken kafamda sözlerinden vaktiyle Ande’nin bir blog girişi sayesinde haberdar olduğum ve sanırım hiç dinlemediğim İkili Delilik’ten (Sezen Aksu) bölük pörçük gidip gelmeler vardı. Az evvel son-uzunca-bir-zamandır yoğun bir şekilde enerjimi ve vaktimi alan bir şeyin sanıyorum bendeki kısmını bitirdim (akademik bir şey bu arada, çok şükür ilişkisel filan değil (canım arkadaşım OBM’ye de selam çakalım bu vesileyle)), sonumuz  hayırlı olsun.

Ne diyecektim ben? Kafam karışık, yorgunum ve sanıyorum uykum var. Olayın bendeki kısmı bittiyse bile, daha ilgili konuda yapmam gerekenler bitmedi. Çok da bir değişiklik yok aslına bakarsanız (gizemli adamın terennümleri), bir piyango bileti almak gibi. (işin özü aynı kalmamızdır)

Bugün kahvaltıda bir ara Ece’nin Küçük Prensini açtım, sonunu okudum. Daha önce kırk kere okumuşluğum var kitabı, çocuk değiliz yani, biliyoruz ne olduğunu, ama yine de etkiliyor, üzüyor ya insanı. Ece’ye "yok, ölmüyor, ölür gibi yapıp, o yolla gezegenine dönüyor, bak vücudunu bulamıyor mesela pilot" dedim, Pan’s Labyrinth’i masal kıvamına getirip anlattım destek olsun diye, yine de ben artık büyümüşüm (aka "çocuk değiliz yani") artık anlaşılan, eskiden o söylediğime inanırdım, bu sefer öyle olmadığını bildim. (bu noktada Sartre’ın 2. Dünya Savaşı’na dair sevdiğim bir gözlemi vardır, onu da alıntılayıp yatayım: "Anlamıştım ama hissetmemiştim." deyü, uydurmuş da olabilirim çünkü biraz bakındım ama kaynak/destek bulamadım).

İyi gecelerzzzzzzzzzzzzzzzz.

Sururi at the bleeding edge / cutting edge / edge.

 Geçenlerde ilgili başlık aklıma geldiğinde, üşenmedim, araştırmacı blogçu kişiliğime yenik düşüp derin araştırmalara (wiktionary) yelken açtım. Öğrendim ki terimler nalburluktan geliyormuş, kılıçlar için kullanılmaya başlamış, Bleeding edge çok oturmamış, yeni çıkmış fırından (ustası Çorum’dan) kılıçları tanımlarken, cutting edge de en son yenilikleri içeren, süper düper falan filan (bir de aynı minvalde state of the art vardır ki, sanattan çok teknoloji ve bilimde kullanılır). Geçen hafta iki tane pek güncel şeyden/şeyle haberim/etkileşimim oldu da, genelde şimdiyle pek alakam olmadığından garibime/hoşuma gitti, sizlerle paylaşmadan edemedim (yoksa şuracıkta çatlardım valla(hi)).

Geçen ay Otostopçunun Galaksi Rehberi serisini (1-5) tekrardan okudum bir güzel: beni en çok vuran şeyler Arthur ile Fenchurch’ün ilişkisi (So long, and thanks for all the fish), evreni yöneten adam (The restaurant at the end of the universe) ile Tanrı’nın kullarına son mesajı (So long, and thanks for all the fish) oldu; bir de Elvis Priestley de biraz ağlak danone olsa da, güzel bir dokunuş idi (baki kalan bu kubbede) (Mostly Harmless).

Neyse, işte seriyi bitirdikten sonra bilim-kurguya biraz ara veririm diyordum, ama AV Club sağolsun, beni yeni çıkmış olan, Thomas King diye bir arkadaşın "A Once Crowded Sky" kipatından haberdar etti. Ben kipatı alıp almamak arasında giderken, bu sefer de amazon, "bunu alanlar bak bunları da şey etti" diyerekten bana pek güzel bir kapaklı, ilgi uyandırıcı isimli ve neresinden bakarsanız bakın yazlık çıtır çerez olduğu ("Clerks meets Buffy the Vampire Slayer" şeklinde bir sloganı olan bir kipattan ne kadar bir şey bekleyebilirsiniz?) Michael R. Underwood isimli genç bir arkadaşın (EST bunları yazarken ilgili kişiye çaktırmadan baş ve işaret parmaklarıyla L yapıp alnına doğru tutar) Geekomancy kipatını tavsiye etti. Dediğim gibi, bütün entellektüelliğimle gidip kapağı için aldım, ama kitap da çok güzel bir çerezlik çıktı hakikaten zevkle okundu. Çıkmasının üzerinden bir ay geçmeden bitirdiğimden işte başta bahsi geçen "bleeding edge sururi" kavramına da kapıyı açmış olduk.

Geçen gün de internette dolanırken, Nik Kershaw’ın (mesela $izoSuru #2 – Kanserojen Şarkılar / Wouldn’t it be good) bunca yılın ardından yeni bir albüm (Ei8ht) çıkardığını öğrendim, gittim dinledim biraz, güzel, popidik işte, daha ne gerek? O da 6 ağustosta çıkmış da işte, böyle yakınen takip eder buldum bir anda kendimi.

Geekomancy’den sonra şöyle biraz çiddi bir şeyler okuyayım, ne o öyle, çocuk muyum SF/Fantazi filan okuyup duruyorum deyip, Kazuo Ishiguro’nun "Never Let Me Go"suna başladım. Uzunca bir tutukluktan, mahcupça gözünü kaçırmalardan filan sonra, o da ağzındaki baklayı çıkardı, "Sevgili Emre, senden artık daha fazla hakkımdaki gerçeği saklayamayacağım: ben aslında sıkıcı bir İngiliz yatılı ortaokul kipatı değilim, yani oyum da aynı zamanda ama esas olarak sıkıcı bir bilim-kurgu kipatıyım." deyiverdi. Pofffff… Bırakmadık ama, okuyoruz hala, az kaldı… Ayrıca The Island filmi (evet, hani o Scarlett Johanson ile Ewan McGregor’lu olan) 2005 yılında vizyona girmiş, bu kipat da 2005 yılında basılmış – birinden biri arak kesin (ben The Island’ı daha çok beğenmiştim, o yüzden onun tarafını tutuyorum). Ben bu entel dantel işlerini sevmiyorum — ara ara ara bir tane The Island’ı anış yok kipattan bahsederken (Roger Ebert, The Island’dan bahsederken kipatı anıyor (son paragraf) / bir de, tersine, Never Let Me Go 2010 yılında sinemaya uyarlanınca, millet o zaman anlıyor ama bu sefer de yanlış anlıyor). Benzeri bir arak/no/fobyayla Shutter Island / Mindgame’de karşılaşmıştım, o zaman da sinir olmuştum (hem bu sefer tarihler arasında yıl farkı da var: 2003/2001). İleride bahsetmek üzere not almıştım ama daha ne diyeyim bilemedim. Neyse, belki, belki..

Ah, bir de, Ian M. Banks’in hastası olduğumuz (eskiden daha çoktu bu hastalığımız zira Matter çok kötüydü, Surface Detail de ehven-i şer idi) The Culture serisinin yeni kipatı "The Hydrogen Sonata" 4 ekimde çıkacak imiş, haydi bakalım. Bir de üşenmeyip, ucundan takip ettiğim Kediler ve Kitaplar blogunun "Kısa Kısa"larından arakla bahsi geçen kipatlarla ilgili bir kolaj kotarsam ne iyi olurdu ama yok öyle yağma! Onun yerine geçenlerde Guggenheim’da gezdiğimiz (ah bu havam!) David Hockney sergisinden pek bir beğendiğim bir başka"kolaj"la veda ediyorum siz sevgili dinleyenlerime (işte benim Zeki Müren, daradara daradara dat dat dararara ra rarararara…)…


David Hockney – Pearblossom Highway, 11-18 April 1986 #1


 

Jon Hamm’e sormuşlar Stevie Nicks mi,Christine McVie mi diye

Jon Hamm kim, bilemeyeceğim (Mad Men dizisindenmiş galiba – yoksa Office miydi? Baktım, Mad Men’denmiş) ama güzel demiş AV Club’taki röportajında:

Fleetwood Mac, “Don’t Stop”

JH: This is a perfect 41-year-old white guy song to end on. Bill Clinton’s favorite song. It’s the perfect end to this ridiculous mix of songs. But I do really like Fleetwood Mac. I unapologetically like those guys. I have a very soft spot in my heart for all late-’70s/early-’80s popular music, whether it’s Steely Dan or Fleetwood Mac or fill-in-the-blank. It was the formative years of my life, and I unapologetically, lustily celebrate it. So there.

 

AVC: Did you fall for Stevie Nicks or Christine McVie?

 

JH: I mean, forget about it. Stevie Nicks, you know? There’s a lot of scarves. She had a cool voice. And I just love Lindsey Buckingham’s work on “What Up With That?” What can I say?

———————————
yani özetle, AV Club soruyor: “Stevie Nicks’e mi vurulmuştun, yoksa Christine McVie’ye mi?”, Jon Hamm de “Bırak allasen, Stevie Nicks yahu! Bir sürü şallar filan, müthiş bir ses. Daha da işte Lindsey Buckingham’ın Saturday Night Live’daki “What Up With That?” skeçine nihayet -gerçekten- konuk olduğu çok komik sekans da var, daha ne diyeyim?

İşte pek bir alakasız blog oldu ama aklıma geldi yazdım. Zaten bu aralar kafam da, aklım da böyle, epey alakasız, epey karışık… Neyse, neyse ki Fleetwood Mac var, haydi sohbeti açalım biraz bari — bu aralar Lucky Soul dinliyorum bol bol, Florence+the Machine’in Ceremonials’ına sardım (o kadar laf ettikten sonra, biliyorum, biliyorum), lokal olarak Delafe y las Flores Azules’in albümünü aldık geçen gün, Ece ezberledi bile şarkıları. Bir de Danimarka’dan Agnes Obel diye bir hatun keşfettim, su müziği diye bir terim uydurdum kendisini tanımlamak için. Şarkılardan Spoon – Underdog, Chromatics’ten Running Up That Hill cover’ı. Doğum günümde Bengü bana süper mor kulaklık aldı, çok hoşuma gidiyor onlardan dinlemek… Ah, bir de Radiohead/Smashing Pumpkins/Pixies ruhum depreşiyor aralarda (kafamı da onlar karıştırıyor zaten). Massive Attack – Inertia Creeps‘i bilirsiniz tabii, peki Massive Attack – Inertia Creeps olduğunu biliyor muydunuz? No Doubt’ın yeni single’ını beğenmedim, üzüldüm beğenmedim diye, Greenday’in yenisine biraz daha şans vereceğim.

Buraya geçen hafta Garbage, Radiohead, Cure geldi, gitmedim tabii, aklım da kalmadı. Bob Dylan da geldi, Guggenheim’de lokal konser bile verdi sırf gideyim diye, gitmedim kardeşim, ne işim var.

Bu resim de getxophoto ile alakalı, çok ama çok beğendim:


Paola de Grenet: Yo solo / Nuria