pazar pazar, ufak tefek…

Bilbao’da yağışlar başladı, geç bile kalmıştı. Keyfimizce, sıcak, güzel bir yaz geçirdik, keyiflice uzatmaları oynadık, kışı getirdik. Yazacak bir sürü şey var aklımda, hepsini yazacağımdan değil ama işte notlar alıp duruyorum defterime.

Okuduğum şeyler: Alice Munro’nun ikinci hikayesi ("Fiction") de çok güzel fakat incitici çıkınca, dediğim gibi, kitabı bıraktım. Çoktandır cyberpunk okuyasım vardı, bir süredir arka planda harlandırdığım Constantine çizgi-romanları vesilesiyle iyice dolduruşa gelip, geçen gün Bruce Sterling’in "The Bicycle Reparman"ini okudum, bugünlerde de William Gibson’ın "Mona Lisa Overdrive"ını okumaktayım. Basklar karşıma çıkıp duruyorlar:

Lyle snicked the blade from a roadkit multitool and cut open Eddy’s package. It contained, of all things, a television cable settop box. A laughable infobahn antique. You’d never see a cablebox like that in NAFTA; this was the sort of primeval junk one might find in the home of a semiliterate Basque grandmother, or maybe in the armed bunker of some backward Albanian.

Bruce Sterling, "The Bicycle Repairman"

Within a year of his marriage to Marie-France Tessier, Ashpool had divested himself of 90 percent of his firm’s holdings, reinvesting in orbital properties and shuttle utilities, and the fruit of the living union, two children, brother and sister, were being brought to term by surrogates in their mother’s Biarritz villa.

William Gibson, "Mona Lisa Overdrive"

At sixteen she spoke not only French, Italian and German which are part of any lady’s commonplace accomplishments but all the languages of the civilized (and uncivilized) world. She spoke the language of the Scottish Highlands (which is like singing). She spoke Basque, which is a language which rarely makes any impression upon the brains of any other race, so that a man may hear it as often and as long as he likes, but never afterwards be able to recall a single syllable of it.

Susanna Clarke, "Jonathan Strange & Mr. Norrell"

(sonuncusu bonus kontenjanından).


Ece’nin "Imperial March"ı Volkswagen reklamının köpekli versiyonundan, Darth Vader’ı kukuxumusu tişörtünden bilmesi. Sonra dün, Source Code‘un sonunu izledim yeniden, oradan Up in the Air’e, Rushmore’a, Ghostbusters’a geçiş yaptım, biraz daha Mona Lisa Overdrive okuduktan sonra yattım, uyudum. (Kitaba/Üçlemeye saygı olarak Matrix Reloaded’ın soundtrack’inde Juno Reactor’ın muazzam bir parçası vardır).

Hazır bunları yazmışken, bu hafta öğrendiğim ilginç şeyler… İlk sırayı Luigi Serafini’nin Codex Seraphinianus‘u alıyor. 1981 yılında basılan bu "ansiklopedi" bambaşka bir dilde, bambaşka bir kültürü anlatıyor. Ona paralel olarak da 15.yüzyıldan kalan, "Voynich Yazması" olarak adlandırılan, bambaşka bir dilde, başka olması muhtemel bir dünyayı anlatan bir diğer metin var (ilkinin aksine bunun uydurma olduğu zannedilmiyor). Ne dinledin derseniz de, Eurythmics’in "Thorn in my side"ı epey eşlik etti bu hafta bana.

Şimdi düşündüm de, Mona Lisa Overdrive bitince, Against a Dark Background‘a başlayayım — okumadığım M.’li Banks bir o kalmıştı (Hydrogen Sonata‘yı saymıyorum, seneye ucuzlayınca okurum). Bir de tabii Charles Stross var bir yerlerde — Accelerando‘suna başlamıştım ama çok sıkıcı geldi, bir de singularity neymiş diye okurken sıkıldım, uyuyakalmış olmayı diledim…

Let the right one in.

Şarkı, Morrissey’in. Benim haberim film (Låt den rätte komma in) vesilesiyle olmuştu. Neyse, konumuz o değil, başlığımız o, deyip, sebep-i ziyaretimize geçelim…

Dün, kahvaltıdan sonra balkonda çay keyfi yaparken, çok da sevmediğim bir Murakami kipatı (çok da sevmediğim Murakami hikayeleri seçkisi olan) olan Blind Willow, Sleeping Woman‘ı elime aldım, gözüme çok da uzun olmayan "Hanalei Bay" adlı hikayeyi kestirip okumaya başladım. Cumartesi günü Bernice Rubens’in bir süredir okumak için sabırsızlandığım "Sunday Best" kipatını bitirmiş, kipat patlak  çıkıp, akabinde bir türlü düzelmeyince, o kadar beklentinin altında kalmıştım. Hanalei Bay’in kurtarıcı olmasını beklemiyordum, o da olmadı sonuçta, hatta konusuyla da tadımı kaçırdı (başında yapıyor yapacağını, sonrasında ne dese boş).

İşte böyle kipat boşluğunda, ne okuyacağımı düşünürken, tesadüfi olarak (yazarlarla dolu bir listeden seçmek suretiyle) Kanadalı hikaye yazarı Alice Munro’nun "Too Much Happiness" kitabını buldum. Yazar kimmiş diye bakarken de 2009 yılında Uluslararası Booker’a layık görüldüğünü öğrendim. Bu sabah okul yolunda kitaptaki ilk hikaye olan "Dimensions"ı okumaya başladım, akşam otobüsü beklerken hikayenin şok edici, tatsız kısmına maruz kaldım (benzer bir tat için bkz. vaktiyle William Faulkner’ın "Barn Burning" hikayesi hakkındaki izlenimlerim). Elim yanmışçasına acıttı tuttuğum (e-)kipat. Söylendim, sövdüm, oracaıkta okumayı kestim, eve varınca bu girişi yazmaya karar verdim: bilmeden, araştırmadan öyle her yazanı buyur etmeyin, bir soruverin, kimin nesiymiş, kim tavsiye ediyormuş diye… Yanımda başka okuyacak bir şey olmadığından, el mahkum, yolda devamını da okuyup bitirdim hikayenin. İyi yazar, gerçekten çok iyi bir hikayeydi, sapasağlam bir örgü örmüş, her şey bir şeye (hikayeye) hizmet ediyor, kuruyor kurguluyor… ama değer mi? Ben okudum, siz okumayın. Şimdi ikinci hikaye olan "Fiction"a başladım, hakkını yememek için ama ondan sonra bırakacağım. Ne okuyacağım?..

Anselm Kiefer - Die Berühmten Orden der Nacht
Anselm Kiefer | The Renowned Orders of the Night (Die Berühmten Orden der Nacht), 1997