Cânım Efendim,
Bilseniz ne kadar severim "cânım" demeyi. Ca’yı şöyle uzatarak… Kısaca söylemenin de bir zevki, bir tatlılığı vardır, bilirim, ama "caaanım" demek daha hoşuma gider benim. Nasıl anlatayım: daha bir âşıkça oluyor, hani "âşık" denince bir de şair anlaşılıyor, işte o mânada, daha doğrusu iki mânasıyla birden. Benim durup dururken: "Cânım…" dediğim de olur. Biri duyup da: "Kime söylüyorsun? Kiminle konuşuyorsun?" diye sorsa, şaşar kalırım, bilemem ne diyeceğimi. Gizlemek istediğimden değil, gerçekten bilmem de onun için. John Ruskin son hastalığında, pencerenin yanındaki koltuğa oturur, gözleri önünde yayılan kırlara, göğe, her şeye bakarak: "Beautiful… Beautiful…" dermiş. "Ne güzel… Ne güzel…" demek mi bu? Yooo. "Cânım… Cânım…" demek. Herkes de acaba öyle mi? ben yaşlandıkça o "güzel" sözüne sinirleniyorum, bir değer yargısı, kıymet hükmü gösteriyor, bir ukalâlık var onda, insanları, eşyayı, bütün gördüklerimi kalkacağım da şu güzel, bu çirkin diye ayrıacağım. Ne yeri var bunun: "Cânım" dersiniz, ne görürseniz hepsine, hepsine, "Cânım" dersiniz, yargılamaktan kaçarsınız, hepsini seversiniz, bu dünyada ne varsa hepsiyle bir oluverirsiniz, daha iyi değil mi: Doğrusu gelmez benim elimden, ama ara sıra olsun elimden gelir diye hayal ediyorum da bir âşıklık kelimenin her iki mânasıyla bir âşıklık, duyuyorum gönlümde.
"Cânım" demeyi ne kadar seversem "ruhum" demekten de o kadar tiksinirim. Siz de bir deneyin, bir dosta, bir yakınınıza, çocuğunuza, sevgilinize: "Ruhum… Ruhum benim…" deyin, bakın, yapmacıklı gelmiyor mu size? Bir bayağılık yok mu onda? Hani zorla kibar olmağa, üstünlük taslamağa kalkanlar vardır, siz de onlara karışmış gibi olmuyor musunuz? Ruh… en betime giden sözlerden biri. Felsefe kitaplarında belki çekilir, ama üç beş ahbap konuşurken, yahut şiirde, hikâyede ne kadar tatsız oluyor. Hatice Süreyya, yani Vâ-Nû, bir şiirinde:
Ruhiyat isterseniz, buyurun eczahaneye
Nâne ruhu, kâfuru, hepsi de var, hem esans
diyor, o başka, o iyi ruh’la alay ediyor da onun için. Bir de Yahya Kemal Bey’in Vuslat şiirindeki ruh’ları düşünün:
Bir ruh o derin bahçede bir defa yaşarsa…
Sevmiş iki ruh ufku görürler daha engin…
Yakışıyor mu orada? O cânım şiiri bozuvermiyor mu? Güzeldir Vuslat, güzeldir ya, şair ruh demese daha da güzel olurdu. Bir şarkı söylerler:
Ruhumda bu şeb hicr-i visalin yanıyorken…
Beğenenler darılmasın, hiç hoşlanmam, güftesinden geçtim, bestesi de ulur gibi bir şeydir, Vuslat şiirindeki ruh’lar da inat gibi bana onu hatırlatırlar. Güzeldir Vuslat şiiri, dedim bir kere güzel olduğunu, sözümden dönecek değilim. Ben sevdiklerimden öyle kolay kolay vazgeçmem. Vuslat şiirini de ilk yazıldığı günlerde ne kadar sevmiştim. Yanılmıyorsam 1940’ta, Akşam gazetesinde çıkmıştı, hemen ezberledim onu, önüme kim geldiyse okudum, coşmuştum, duramıyordum. Öyle bir şiir yazıldığı günlerde yaşadığım için övündüğümü, kıvandığımı bile söyledim. Yalan değildi, o kadar beğeniyordum o şiiri. Gene de beğenirim:
Kanmaz en uzun bûseye, öptükçe susuzdur,
Zira susatan zevk o dudaklardaki tuzdur,
İnsan ne yaratmışsa yaratmıştır o tuzdan,
Bir sır gibidir az çok ilâh olduğumuzdan…
gibi mısralarda bir büyüklük vardır. Ama, neden söylemeyeyim? eski hayranlığıma hayli su karıştı. Bir görmüksülük (théatral‘lik) var o şiirde, gittikçe o yanı çarpıyor insanın gözüne. Görmüksü şiirler arasında da çok güzelleri olabilir, örneğin Victor Hugo’nunkiler. Ama Yahya Kemal Bey o şiirini yazarken kelimelerini de iyi aramamış, "sevmekteki efsun" diyor, "bir mucize halinde" diyor. 1940 yılında konuştuğumuz dille yazıldığını düşünmeden vezin hatırı için "simâları" diyor, daha neler demiyor. Yok, güzel bir şiir ya, öyle özenerek, gerçekten özenerek yazılmış değil. Yahya Kemal Bey, bazı şiirlerinde görülen kolaylığa onda da bırakıvermiş kendini. Bir şiiri:
Adalardan gelen o mektupta,
Oradan bir sihirli râyiha var;
İşveler sezdiren bir üslûpta…
diye başlar. Rindlerin Ölümü, İsmail Dede’nin Kâinatı, Hazan gibi şiirleri yazan adama pek yakıştırılmaz, "sihirli râyiha", hele "işveler sezdiren bir üslûp", Puccini’nin aria’larından yahut:
Dizlerine kapansam, kana kana ağlasam,
O güzel saçlarını ben çözüp ben bağlasam
gibi şarkılardan hoşlananlar için yazılmışa benzer. Vuslat şiirinde de, iyi bakarsanız, vardır öyle bir hal. On yıl önceki coşkunluğu düşünüyorum, çok su katılmış o coşkunluğa.
Sevinerek, övünerek söylemiyorum bunu, içim kanıyarak söylüyorum. Edebiyatla uğraşan bir adam için, bir eleştirmeci için, bir hayranlığı yitirmenin ne olduğunu bilir misiniz siz, benim sevgili okurum? Elbette sevmişinizdir ömrünüzde, ne dediniz sevginizi, aşkınızı anladığınız gün? Gözleriniz parladı, Karaca Oğlan’ın şiirleri ezberinizde ise:
Hadini de deli gönül hadini.
Aramazlar gurbet ile gideni.
Ak göğüs üstünde çakır dikeni
Bitmeyince gönül yârdan ayrılmaz.
dediniz, Ovidius’la birlikte: "Maximus in me deus est" (En büyük Tanrı benim içimde) dediniz. Lâtince bilmeseniz de söylediniz bunu, ben de bilmem lâtinceyi, âşık olduğum günlerde öyle demiş olduğumu sonradan, lâtince bilenlerden öğrendim. O en büyük Tanrıyı hiçbir zaman gönlünüzden kaçırmıyacağınıza, mezara girip de göğsünüzde çakır dikeni bitmeden yârdan ayrılmıyacağınıza and içtiniz. Bir gün baktınız ki gidivermiş o Tanrı, siz ölmeden de sevgiliyi unutmuşsunuz. Ne oldunuz o gün? Sevdiğiniz günlerde, umutsuzca sevdiğiniz günlerde çektiklerinizden bin kat acı bir yara duymadınız mı içinizde? Kendi kendinizden şüphe etmeğe başladınız değil mi? Bilirim, o sızıyı unutmak için işi alaya vurmuşsunuzdur: "Vefasız âşıktan da kötüsü vefalı âşıktır" gibi bir söz, bir lâkırdı savurmuşsunuzdur, ama bunlar avutabilmiş midir sizi? Bu sözü unutsam, bilirim üzülürsünüz sevdiğiniz için değil, sevmediğiniz için, gönlünüzce sevmediğiniz için, bir sevdiğinizi bir daha unutmamak üzere sevemediğiniz için üzülürsünüz. Bir eleştirmeci de, bir zamanlar hayran olduğu bir şiir, bir eser karşısında o eski hayranlığı duyamazsa, hayranlığına çok su karışmış olduğunu anlayıverirse, yüreğinde işte öyle bir yara açılır, işte öyle bir sızı başlar. Hayranlık da aşk gibi kişiyi yükselten bir şeydir, ama o da aşk gibi geçicidir, bir kere yitirdiniz mi, sanki uçurumlara düşürür insanı.
Sevmem "ruh" sözünü, doğrusunu söyliyeyim. Ahmet Haşim’in: "Âteş gibi bir nehr akıyordu / Ruhumla o ruhun arasında" mısralarında dahi pek sevmem. Ahmet Haşim bu düşünceyi ruh sözünü kullanmadan nasıl söyliyebilirdi? Bilmem orasını, hiç aramadım, ama o mısralarda da o söz batıyor bana, bir acayiplik var "ruh" demekte, "can" gibi değil o, sizin de, benim de birer canımız var, kedinin, köpeğin, tavşanın da birer canı var, can bizi bu dünyada yaşıyanların hepsiyle birleştiriyor. Ama ruh yalnız sizde varmış, bende varmış, kedide köpekte, tavşanda yokmuş. Bir büyüklük, üstünlük veriyor insana, uydurma bir büyüklük, insan oğlunun kendi kendine uydurduğu bir büyüklük. Bütün övünmeler gibi o da gülünç bir şey, çirkin bir şey. Hem de kurtulmak yok o ruh denilen şeyden. Dayanıklı mı dayanıklı. Ben öleceğim, gömüleceğim, göğsümün üzerinde çakır dikenleri bitecek, bir gün göğsümde hiçbir şey kalmıyacak, belki çakır dikenleri dahi sökülüp atılacak, o mezarlığın yerine bir bahçe, belki kocaman bir mahalle kurulacak, sonra onlar da bozulacak, yüzyıllar geçecek, görüşler de değişecek, medeniyetler değişecek, ama ruhum, o ne olduğunu bilmediğim şey, sapasağlam kalacak. Kandili karartıp da masa başına çağırdınız mı, ta nerelerden çıkıp geliverecek… İnanıyorlar buna, bir inanış ki sormayın. Ne dersiniz deyin, inanmıyorlar, gülüyorlar, omuz silkiyorlar, ama "ruh" dedini mi, ne olduğunu araştırmadan şıppadak inanıveriyorlar. Gelin de kızmayın bu insanlara: Akrabası makrabası da oluyor ruhun. Bakın ne diyor Cenap Şahabettin:
Ben şair olaydım sana, ey yâr-ı dilârâm,
Hemşire-i ruhun gibi sözler getirirdim…
Ruhun hemşiresi, biraderi, ağa-babası, kaynatası, kaynanası… O kadar kalabalık soyu sopu olanlardan korkarım…
Bırakalım bunları, cânım Efendim, bırakalım bunları da "cânım" diyelim biribirimize "cânım" diyelim bütün cânım dünyanın cânım insanlarına, hayvanlarına, bitkilerine, taşına toprağına. Hepsi de bizim gibi canlı, hepsinin de bir gün yitirecekleri birer canları var. "Cânım" diyelim, yalan dahi olsa söz tatlı…
Nurullah Ataç,
3 Haziran 1951
Okuruma Mektuplar ~ Prospero ile Caliban
["Gene Yalnızlık", YKY 2011]