Günün oyunu: Eski Doğu Bloku Ülkeleri Trivia (tırıvırı)

Günün oyunu derken, aslında geçen ay aklımıza gelen bir şeydi, anlatayım efendim (bu arada ben iyiyim, yakında hal ve ahval + gidişat üzerine bir özet geçeceğimdir), neyse, diyordum ki:

Geçen ay Bengü’yle bir oyun oynayalım dedik, birer birer eski Doğu Bloku ülkelerini sayıp, haklarında ne biliyoruz diye ortaya dökelim dedik, işte tanıdığımız yönetmenler, yazarlar, filmler (politikacılar ve siyasi olaylar hariç, onları biliyoruz az buçuk). Şimdi paralelde Hande Hanım ile tweet üzerinden ne okuyoruz/ne okuyacağız muhabbeti yapıyoruz da, buraya da not düşeyim dedim. Planım bir süreliğine Amerikan/İngriş ve yandaş edebiyatına ara verip, Macaristan olsun, Polonya, Çek, o yörelerin kipatlarıyla ilgilenmek. Ama dönem olarak eski devrede geçen siyasi şeylerle değil de, çağdaş edebiyatı ile ilgileniyorum (yani benim çağdaşım max 15 yıl önceye kadar).

Bengü’yle oynadığımız oyun ne mi oldu o gün? Cehaletimizden utandık (hem de çok fena). Denemesi bedava, temiz bir A4 kağıt alın ("o yoksa kare şeklinde kesilmiş mukavva da olur"), bu ülkelerin adlarını yazın büyük harflerle ayrı bölgelere, altlarını çizdikten sonra da doldurmaya başlayın. Ne oldu? Olmuyormuş değil mi (Nadia Komanaci, Kieslowski, Otasanek, biz de biliyoruz onları).

Böyle de bir şey, öyle "Polonyalıları seviyorum, Çekler süperler, Macarların o karmakarışık dili (dilli salam 8P)" demekle olmuyormuş, ben bugün (o gün, şu gün, arkadaşım ateş) bunu gördüm…

Sanat Dünyamız

Hollanda’daki misafirliğimizin son günlerine doğru, Bengü ile Ece Türkiye’ye döndükten sonra, Rotterdam’daki Kunsthal’e Edward Hopper ve çağdaşıgiller gelmişti, Deniz ve Georgina’yla bir güzel gidip gezmiştik, kafa dağıtmıştık (canım arkadaşlarım benim!).

Şimdilerde, buradaki misafirliğimizin de yavaş yavaş sonuna geliyoruz ya [Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.*], nicedir niyet ettiğim güzel sanatlar müzesine yolumu düşürdüm geçen gün (Guggenheim’a tabii ki sıklıkla gitmişliğimiz var, o kadar da değiliz Müzeyyen). Fernando Botero’yu konuk ediyorlardı, ben sevmedim (şişman insanları severim halbuki ama bu arkadaşın çizimleri fazla karikatürize geldi / dedi ünlü resim eleştirmenimiz EST Bey).


Not aldığım resimlerine gelirsek:

İçlerinde herhalde en sevdiğim resmi olan, ananas, armut ve pastalı! natürmortu (2000)

Bu atli resmini de not almışım ama sonra niyesini hatırlayamadım.

Caballo de picador, 1992

Botero’nun "çok ciddi" konuları işlediği tabloları da var ama kontrast falan pek işlemiyor (beğenemedim işte bir türlü). Örnekler için: Ecce Homo, 1967; Abu Gharib, 2004; La Masacre 8:15pm

Bir döneminde de başyapıtların uyarlaması için çalışmış. Latif Demirci’nin vaktiyle böyle bir çalışması olmuştu, iyi niyetli, mizahı gözeten çalışmalardı onlar ("Çeviren Latif Demirci" adıyla yayınlamıştı – örnekleri internette arar iken bulduğu "sudaay" sitesindeki girişte görebilirisiniz). Picasso Velazquez’i, Hockney Claude’u, herkes herkesi "cover"layınca oluyor ama Botero yapınca olmamış.


Van Eyck – Arnolfini, 1434


You Know Who – Arnolfini, 2006 (1978?)


Shrek 1 – Lord Farquaad


Nuestra señora de Colombia, 1992

Uzunca bir süredir sürükleyip, bu pazar gününe yetiştirebildiğim bu girişi tatsız, asık suratlı, yüksek burunlu bitirmeyelim… Çok yerim olsa, Edward Hopper’ların yanına koyacağım şu bir resmi (Piknik) ile arkadaşlarını da koyalım, öyle müsade isteyelim bu girişlik… (Işıklar kararı, Ali Kırca stüdyonun dışına yürür, alttan yazılar geçmeye başlar, Barış Manço’nun sesi duyulur: bahçede hanımeli, sen ettin beni deli…)


El Picnic, 2001


El costurero, 2000


Los Músicos, 2006


Espanyol vandalizmi

 Bizim sokak, sizinkinden yoğun olmasın ama, hakikaten çok yoğundur. Vızır vızır arabalar anlamında değil: yakınlarda bir otoparkın olmamasından ötürü (bu sorunu çözmek için, yüzeyin üst kısmında kalan kısımları kültür merkezi olacak şekilde 2 yıldır katlı otopark yapılmakta), sokağımıza giren arabaların %90’ı işbu hal ve ahval uyarınca, misafirliğe değil, yol üzerinde olduğundan hiç değil, bilakis "bir umut bir park yeri bulurum" ümidiyle çevirirler direksiyonlarını. Abartmıyorum (hem de hiç abartmıyorum), kaldırımın kıyısındaki olur da boşalan bir park yeri olduğunda diğer "devriye gezen" arabalar kilometrelerce ötelerden kan kokusu alan köpek balıkları gibi (şimdi böyle yazınca kötü bir şey gibi oldu ama değil aslında, sadece hayret verici) hemencecik gelir, bir dakika içinde doldururlar o boşalan yeri.

Bugün, sabahtan, çok uzun yoldan arabalı bir ziyaretçi bekliyorduk, işimiz vardı, evin yakınına park etmesi gerekiyordu. Ben de sabah 7.30’da uyandığım gibi, "kar yağmış mı?" diye pencereye koşan çocuklar gibi (bugün buradaki havanın maşallahı vardı bu arada, kar örneğini vermeme bakmayın, akşemleyin 25 derece C’de misler gibi güneş sefası yaptık), erkenden işe çıkıp da olur a park için ayrılmış yerleden boşalmış olan vardır heyecanı ile pencereye koştum, gerçekten de, hem de tam bizim apartmanın girişi hizasında müthiş bir yer vardı. İki-üç gündür teorik olarak işi en sürekli kafamda tarttığımdan, hazırlıklıydım: Ece’nin IKEA’dan aldığımız yazı tahtasını (MÅLA – bu arada, resim/bağlantı ararken gördüm ki, Amerika’da 15$, burada 20€, Türkiye’de ise 60TL!! – off yahu!) kaptığım gibi, bir cebimde tebeşir, diğerinde beyaz tahta markörü sokağa fırladım, yazacağım açıklama da kafamda hazırdı:
15/11/2012
¡RESERVADO
PARA
MUDANZA!
(Hasta a las 11)
-Adres-
yani, Türkçesiyle söyleyecek olursak, nakliyat sebebiyle (saat 11’e kadar) ayrılmıştır. Adresi vermemin sebebi de, mesaja ciddiyet kazandırmak. Ben bu tahtayı ilgili boşluğa yerleştirdim yerleştirmesine de, gözüm sürekli pencerede, birileri ha değiştirdi, ha değiştirecek, bir yana itip düt dütlerini park edecekler, ben de olmayan tartışma İspanyolca’mla (İspanyolcam olsa da biraz, tartışma İspanyolcam demek istediğim yok manasında), gak guk edeceğim (geçen Ece’yi okula ben götürmüştüm, bahçede beklerlerken baktım bir bully – ne ki bunun Türkçesi, "zorba" mı?- bir başka çocuğu sıkıştırıyor (gelir gelmez Ece’yi korkutmuş, oradan bir küçük çocuğun pantolonunu indirmeye çalışmış, ben yanına varınca da kaçıp gitmişti o sabahın öncesinde). Tuttum çocuğu omzundan, göz kilitlemesi yaptım, "bırak onu!" diye sertçe söyledim ("¡dejala!") o da tırstı tabii, karşısında sakallı bir tip (İspanya’da (Bask’ta?) sakal pek görülen bir oluşum değil), saçlar da koyverilmiş nicedir (en son Türkiye’de kestirmiştim), korkutucu olmasa da "tekinsiz" bir adam size "bırak onu!" diyor sonuçta sertçe. Anlayacağınız o ilk izlenimde karizmayı kurdum, mesajı veriverdim, çocuk "kem küm ama…" filan bir şeyler diyor (ne dediğini anlayacak seviyede bilmiyorum da dili, o yüzden aslında) sonra çocuğa Türk usulü bir  "bir daha görmeyeceğim!" taksiminden sonra, "haydi şimdi git!" ayarı çektim, çocuk epey kafası karışmış bir halde (işaret parmağımı da "ıııııı!" dercesine burnuna kaldırmış idim) epey de çaresiz, teslim olmuş bir şekilde sindi. Eve gelince bu kahramanlığımı Bengü’ye gururla anlattım. Anlatırken farkına vardım ki ben "bir daha görmeyeceğim!" dediğimi sanırken, "bir daha görmeyeceksin!" diyormuşum, "haydi şimdi git!" kısmını aktarırken de Bengü çok güldü:malesef yanlış fiil çekimi ve zaman zarfı özürlüsü olarak "¡vete!¡vete!º demem gerekirken "¡va! ¡va!" deyip durmuşum. Şimdi olabilir tabii böyle şeyler diyeceksiniz, ben de o zaman size diyeceğim ki, İspanyolca "v" harfleri "be" olarak okunuyor, yani o sabah çocuğun yüzüne gayet ciddi bir şekilde "be! be! be!" şeklinde me’leyip durmuşum (koyunlar İspanyolca’da  "be" diye me’liyorlar). Çocukta istesem bu kadar ürkütücü bir izlenim bırakamazdım herhalde (herhalde lafın gelişi, ben bile ürktüm kendimden. benim bir de vaktiyle gider ayak Hollanda’daki oturum iznimde kullanmak üzere çektirdiğim bir vesikalık resmim vardır: o kartı kontrol için elinde tutan istisnasız herkes şöyle bir titreyip kendine gelmiştir, hiçbir vize kontrolünde, bagaj hedesinde, resmi hiçbir işlemde ne bir tek soru, ne de bir pürüzle karşılaşmışımdır o resimli kartı işlemlerde kullanırken).

Amma konuştum, lafı açtıkça açtım yahu, kusura bakmayın. İşte beni en son bıraktığınızda park yeri ayırmak için yerleştirdiğim tahtadaki metni ya da bizzat tahtanın kendisini ya park yerine kendini daha layık gören bir şöförün, ya da okula gidiyor olmanın sıkıntısını yollarının üzerinde buldukları bu tahtanın yazılarıyla oynayarak (biz taksimetre’yi "beni yıka!"dan açalım) gidermenin yollarını arayan öğrencilerin gazabından korurum amacıyla ikide bir pencereden (tahta) arkadaşı gözlüyorum, her yavaşlayan arabanın sesine haydi koş pencere… bkz. Şekil A:
 

Sağolsunlar, hiçbir sorun olmadı, uzaktan boş yer görüp de heyecanla gelip yavaşlayan arabalar tahtadaki mesajı okuduktan sonra yollarına devam ettiler, keza öğrenciler de. Saat 8.30’da Ece’yi okuluna götürmek üzere yola çıkıp, 9.15’te eve döndüğümde keyfimi kaçıracak bir şeylerin olmuş olduğundan neredeyse emindim. Hiç de öyle bir şey olmadı. Beklediğimiz ziyaretçi geldi, güzel güzel arabasını park etti, işleri sağ salim, güzelce hallettik, vedalaştık.

Akşam vakti otururken, yazıda bir şeylerin değiştirilmiş olduğunu fark ettim. Birileri hem kara tahta tarafına tebeşirle, hem de beyaz tahta kısmına markörle yazdığım kısımları bizzat değiştirmişti.

Bengü ve Ece’ye ayrı ayrı teyit ettirdiğim üzere, imla hatamı düzeltmişlerdi! (Hasta a las 11 → Hasta las 11)
 

(bu noktada akla kaçınılmaz olarak Life of Brian’dan şu sahne gelir:
 
 
 (ne dedim ben şimdi?)

Kitaplar ve Okurları

Şimdiye kadar kitaplarla (from now on shall be referred in the text as ‘kipat’) olan ilişkim, amiyane tabirle benim isteklerim doğrultusunda, kati bir şekilde tek taraflıydı: eğer bir kitabı okumak üzere seçmişsem, o kitabın bana kendini okutması dışında pek bir seçeneği olmuyordu. Bazen Faulkner gibi haddimi aşan yazarların kitaplarına elimi uzatsam da, kısa bir süre içinde yenilgiyi kabul ediyor ve kitabın hakkını takdir ederek, "belki bir gün hazır olduğumda yine görüşürüz" diyerekten olay mahallinden uzaklaşıyordum ama tabii ki daha kitaba başlarken az çok maceranın bu şekilde sonuçlanacağına dair bir intibam oluyordu.

Nicedir bir casusluk kitabı okuyayım diyordum, John le Carré’ın "Soğuktan Gelen Casus"u (The Spy Who Came in from the Cold) vardı aklımda, onu bulamayınca bu sene filmi vesilesiyle epey duymuşluğum olan "Tinker Tailor Soldier Spy"a başladım. 

Kitap, televizyon kanalında yayınlanan bir filmi izlermişçesine ilerliyor — bilgisayardan izliyor olsanız, anlamadığınız bir yerde başa sararsınız / tuvalete gitmeniz gerektiğinde durdurursunuz; sinemada olsanız yok öyle bir şansınız, işte televizyonda sinema ikisinin arası bir şey: gönlünüzce durduramasanız da, akışı sıklıkla bölen reklamlardan faydalanıp birlikte seyretmekte olduğunuz arkadaşınıza anlamadığınız yerleri sorabilir, ya da tuvalete fırlayabilirsiniz. Kitap sürekli bir ilerleme halindeydi, duygu ve düşüncelerden çok hareketleri, olayları ve konuşmaları aktarıyor, siz de bir voyeur edasıyla, kafanızdaki casus imajından çok da farklı olmayan bir şekilde kapıların arasından, perdelerin arkasından, karanlık köşelerden gözlüyor gibi hissediyorsunuz. Anlatımın anlatıya dahil olması, vaktiyle yeni roman (Nouveau roman) lalasında şaşkınlıkla tanık olduğum şekilde değil de (orada karakterin ruh haline bağlı olarak anlatım da sıkıcılaşıyor, akıcılışıyor, detaylara giriliyordu, vs…) böylesi bir şekilde idrak ediyor. Kitap bu tür işlerde (organize işler bunlar) işinin ehli olan karakterler arasında geçiyor ve sizin de öyle bir okur olduğunuz varsayılıyor. Konuşmalardan neler olup bittiğini çıkarttınız, çıkarttınız, yoksa kimse sizi durup beklemiyor, önemli yerlerin altını çizmiyor. İsimler, soyadlar, kod isimleri, takma isimler gırla gidiyor – ya kitabı okurken yanınızda bir de not defteri tutacaksınız, ya da dijital versiyonun nimetlerinden faydalanıp, yabancı gelen isimlerin cisimlerin önceki bahislerini bulmak üzere geriye dönük arama yapacaksınız.

Kitabın ana karakteri olan George Smiley, daha ilk görünüşünü takiben tamamıyla karizması çizilmiş, pek tepki vermeyen, sakin ve kitaptaki bir başka karakterin deyişiyle:

Of all the odd coves he had known, Smiley was the oddest. You thought, to look at him, that he couldn’t cross the road alone, but you might as well have offered protection to a hedgehog.

(Tanıdığı bütün garip adamlar içinde, Smiley en garibiydi. Ona bakınca, yoldan tek başına karşıdan karşıya geçemeyeceğini düşünseniz de, bunu yapıncaya kadar bir kirpiye koruma da teklif edebilirdiniz pekala.)

Ben çevirmen değilim, tuzum kuru 8). Hazır alıntılıyorken, iki-üç tane yeri daha işaretlemiştim, onları da yazıvereyim:

Bu da Smiley’nin karakteri hakkında:

That one won’t crack, though, Mendel decided with approval; one of your flabby oak trees, Smiley was. Think you could blow him over with one puff but when it comes to the storm he’s the only one left standing at the end of it.

Bu, edebi yetkinliğe dair: "in Balkan misery." (öncesi, sonrası pek gerekli değil ama şu "Balkan misery" lafı… Slav Hüznü, Balkan ızdırabı… ağırlığı olan tamlamalar bunlar, başka türlü bir şeyler…

Casus romanı okuduğunuzun ispatı (aka "şeytan ayrıntıda gizlidir"):

He would throw them any bone he could think of, sell them if necessary the entire Brixton stable. And all this would be the smokescreen to disguise what seemed to Jim to be his most vulnerable intelligence, since they would certainly expect him to possess it: the identity of members of the Czech end of the Aggravate and Plato networks.
    ‘Landkron, Krieglova, Bilova, the Pribyls,’ said Jim.
    Why did he choose the same order for their names? Smiley wondered.

bir de mesela:

Percy had two wives, Guillam remembered, as Camilla once more flitted through his teeming mind, and both were alcoholics, which must mean something.

Tarih dersi (bu çok hoşuma gitmişti okurken, böyle bir olta olayı olur, okuyucunun 2. Dünya Savaşı gibi illaki bileceği bir konuyu alık oğlana "bildirmezsiniz"):

     ‘I happen to know he was up at Oxford in thirty-eight. Why didn’t he finish? What went wrong?’
     ‘I seem to recall there was an interlude round about then,’ said Mr Stroll after another age.
     ‘But I expect you’re too young to remember it.’

Kitap benim gibi dağınık bir okuyucu için zorlayıcı oldu. 1998’di herhalde (1999?), İTÜ’deyim, Norman Mailer furyasına kapılmışım, dargın olduğumuz Emir’den birbiri ardına Mailer kipatlarını ödünç alıyorum, en son Harlot’s Ghost‘u almıştım, o da CIA’de yaşananlara dair bol detaylı, neredeyse belgesel olacak kalın mı kalın bir kitaptı, Norman Mailer’ın akıp giden, iki günde biten kitaplarının ardından çok fena bir fren olmuştu. Niye anlattım ki ben bunları şimdi ("Adım Emre S., hobilerim arasında yokluğunda çok kitap okumak vardır."). Neyse.

İşte bu girişin ta en başında yazmış olduğum üzere, hiç beklemediğim bir şekilde (kulvar farkı olsa da "dengim" olan) bu kitaptan böylesi tepki görünce, insan psikolojisi uyarınca, ben de peşinden koştum, iyi de ettim. Kitabı bitirdikten sonra gittim baktım (o dala), meğer George Smiley John le Carré’ın (evet, ben "Karr" diye okuyorum), tıpkı Agatha Christie’nin Hercules Poirot’su gibi demirbaş karakteriymiş (bu arada, geçen aylardan birinde yıllardan sonra yine Agatha Teyze’ye bir şans verdim, Şark Ekspresi’nde Cinayet‘ini okudum bu sefer, yine beğenmedim, artık bir 10 sene sonra belki yine deneriz Agatha’cığımla…). Filmi vesilesiyle AV Club’da George Smiley’i oynayan aslan kaplan Gary Oldman’la bir röportaj vardı, onu okumuştum çıktığında, kitabı bitirince bir kez daha okudum, Oldman’ın yorumları çok hoşuma gitti. Bugün videocuda filmi sordum:

Ben: Tinker Tailor Soldier Spy’ı arıyordum…
Kız: İngilizce adlarından bilemem malesef.
Ben: Ben de İspanyolca’da nasıl gösterildi, onu bilmiyorum. Gary Oldman oynuyor.
Kız: Haa, "El Topo" mu?.. "Espía" filmi ("Spy"ın İspanyolcası)
Ben: Evet, evet o! "El Topo" ne, yeraltında ilerleyen hayvan mı? ("Köstebek mi?" demeye çalışıyorum)
Kız: "Undercover"

sonrasında filmin o sırada dışarıda olduğunu fark ettik, Ece Ariel 2: Denize Dönüş‘ü, ben de Hugo‘yu (Scorsese’ninki, Tolga Garipoğlu’nunki değil) seçtik. "TinkerTailorSoldierSailorRichmanPoormanBeggermanThief" tekerlemesini ilkokul 3’ten 5’e İngilizce kitabımız olan Look, Listen & Learn!den öğrenmiştik (ve o zaman öğrenilen pek çok şey gibi beyne bir daha çıkmamak üzere işlendi – kitabı nette şöyle bir arattım, akabinde buldum (L.G. Alexander imiş yazarı, Longman yayınevi), durun alıntılayayım ilgili kısmı (kitabın orijinalini hala saklarım bu arada)).
 

Film, bu arada, Almanya ve birkaç ülkede "Dame, König, As, Spion" adıyla gösterilmiş, Meksika’da "El espía que sabía demasiado" ("Çok şey bilen casus") olarak, İspanya, Türkiye, Fransa, Portekiz, Polonya’da falan filan "Köstebek" anlamına gelen kelimelerle gösterilmiş. Danimarka, Hırvatistan, Finlandiya, Litvanya, Bulgaristan, Sırplar Almanya’nın izinden gitmiş, Macarlar büyük ihtimalle sazanlamışlar ("Suszter, szabó, baka, kém"), Japonlar "Uragiri No Saakasu" (Yetkin Japoncamla, "Saakasu’nun Uragiri’si" olarak dilimize çevrilebilir – Google Translate’de epeyce bir debelendikten sonra "Saakasu’nun İhaneti"ne kadar ilerleyebildim… Emiiiiiiir? ). Bengü’yle kısa uğraşlar ve uzun kahkahalardan sonra Türkçe’ye "Ali Veli kırk dokuz casus" ya da "Edi’yle Büdü, Şakire Casus" olarak çevrilmesini uygun gördük. İşte böyle, daha yazacaktım ama mürekkebim bitti.

pazar pazar, ufak tefek…

Bilbao’da yağışlar başladı, geç bile kalmıştı. Keyfimizce, sıcak, güzel bir yaz geçirdik, keyiflice uzatmaları oynadık, kışı getirdik. Yazacak bir sürü şey var aklımda, hepsini yazacağımdan değil ama işte notlar alıp duruyorum defterime.

Okuduğum şeyler: Alice Munro’nun ikinci hikayesi ("Fiction") de çok güzel fakat incitici çıkınca, dediğim gibi, kitabı bıraktım. Çoktandır cyberpunk okuyasım vardı, bir süredir arka planda harlandırdığım Constantine çizgi-romanları vesilesiyle iyice dolduruşa gelip, geçen gün Bruce Sterling’in "The Bicycle Reparman"ini okudum, bugünlerde de William Gibson’ın "Mona Lisa Overdrive"ını okumaktayım. Basklar karşıma çıkıp duruyorlar:

Lyle snicked the blade from a roadkit multitool and cut open Eddy’s package. It contained, of all things, a television cable settop box. A laughable infobahn antique. You’d never see a cablebox like that in NAFTA; this was the sort of primeval junk one might find in the home of a semiliterate Basque grandmother, or maybe in the armed bunker of some backward Albanian.

Bruce Sterling, "The Bicycle Repairman"

Within a year of his marriage to Marie-France Tessier, Ashpool had divested himself of 90 percent of his firm’s holdings, reinvesting in orbital properties and shuttle utilities, and the fruit of the living union, two children, brother and sister, were being brought to term by surrogates in their mother’s Biarritz villa.

William Gibson, "Mona Lisa Overdrive"

At sixteen she spoke not only French, Italian and German which are part of any lady’s commonplace accomplishments but all the languages of the civilized (and uncivilized) world. She spoke the language of the Scottish Highlands (which is like singing). She spoke Basque, which is a language which rarely makes any impression upon the brains of any other race, so that a man may hear it as often and as long as he likes, but never afterwards be able to recall a single syllable of it.

Susanna Clarke, "Jonathan Strange & Mr. Norrell"

(sonuncusu bonus kontenjanından).


Ece’nin "Imperial March"ı Volkswagen reklamının köpekli versiyonundan, Darth Vader’ı kukuxumusu tişörtünden bilmesi. Sonra dün, Source Code‘un sonunu izledim yeniden, oradan Up in the Air’e, Rushmore’a, Ghostbusters’a geçiş yaptım, biraz daha Mona Lisa Overdrive okuduktan sonra yattım, uyudum. (Kitaba/Üçlemeye saygı olarak Matrix Reloaded’ın soundtrack’inde Juno Reactor’ın muazzam bir parçası vardır).

Hazır bunları yazmışken, bu hafta öğrendiğim ilginç şeyler… İlk sırayı Luigi Serafini’nin Codex Seraphinianus‘u alıyor. 1981 yılında basılan bu "ansiklopedi" bambaşka bir dilde, bambaşka bir kültürü anlatıyor. Ona paralel olarak da 15.yüzyıldan kalan, "Voynich Yazması" olarak adlandırılan, bambaşka bir dilde, başka olması muhtemel bir dünyayı anlatan bir diğer metin var (ilkinin aksine bunun uydurma olduğu zannedilmiyor). Ne dinledin derseniz de, Eurythmics’in "Thorn in my side"ı epey eşlik etti bu hafta bana.

Şimdi düşündüm de, Mona Lisa Overdrive bitince, Against a Dark Background‘a başlayayım — okumadığım M.’li Banks bir o kalmıştı (Hydrogen Sonata‘yı saymıyorum, seneye ucuzlayınca okurum). Bir de tabii Charles Stross var bir yerlerde — Accelerando‘suna başlamıştım ama çok sıkıcı geldi, bir de singularity neymiş diye okurken sıkıldım, uyuyakalmış olmayı diledim…