(vaktiniz ve imkanınız varsa, Stevie Nicks / Tom Petty’den “Stop draggin’ my heart” şarkısı eşliğinde okumanızı tavsiye ederim. –bir de serin ve kuru bir yerde saklamanızı: ben çocukken Schweppes vardı, şimdiki gibiydi az çok ama kapağından çıkan harflerle bir hayvan adı yazdığınızda o hayvanı size hediye ederlerdi. İşte o Schweppes’leri şu kola buzdolapları olur ya, belinize kadar gelir, dikdörtgen prizma, tepesinden açıan iki kapağı olur, işte o buzdolaplarında tutarlardı, o buzdolaplarını da suyla doldururlardı soğutmaya az elektrik gitsin diye. O yüzden, kapalı yerde su içinde bekliyor olmalarından dolayı yani, hep kötü kokardı o şişeler, bir de etiketleri de kayardı, çıkardı.)
Bu sabah evimizin oradan (Algorta) üniversiteye doğrudan giden hat tekrar çalışmaya başladı (yaz tatili ile birlikte üniversiteye giden hatlar da kesintiye uğruyor). Yol, yaklaşık bir 20 dakika sürüyor. İşte bu sabah otobüse binince Harold Pinter’ın ‘The Betrayal’ına başladım, işe varınca çalıştım, iş bitince otobüsle gelirken devam ettim okumaya kaldığım yerden, otobüsten indikten bir 5 dakika sonra da kitabı bitirmiştim.
Harold Pinter, birkaç sene evvel (2005’te imiş) Nobel’i almış olduğundan ve İngiliz oluşundan başka hakkında pek bilgimin olmadığı bir yazardı (az evvel Nobel’i aldığı tarihe bakarken 2008 yılında (78 yaşında) ölmüş olduğunu da öğrendim). İşin -bence- ilginç yanı, “The Betrayal”ından haberimin Seinfeld’in aynı adlı ‘saygı’ bölümü (S09E08) vesilesiyle oluşu. Tersine kronoloji denilen bir teknikle yazıldığından ve iyi kotarıldığından, tadı daha güzel oluyor (tersine kronolojinin başyapıt örneği herhalde Memento’dur, Kurt Vonnegut’un “Slaughterhouse Five”ında da ilginç bir örnek varmış ama ben hatırlayamadım ilgili pasajı. Yine Wiki‘de, ondan hemen sonra da Iain M. Banks’in en parçalayıcı Culture kitabı olan “Use of Weapons”ın tekniğine yer veriliyor hoş bir tesadüf ve Emir’i -bir kez daha- aklıma getiriş olarak.
Kitapta ilginç bulduğum şey, karakterlerin ikisinin (Robert ve Jerry’nin), ki figüran garsonu saymazsanız 3 kişilik bir oyun oluşundan bu çoğunluğa delalet, konuşmada ve algıda hayli özürlü oluşlarıydı. Diyaloglar genelde Brezilya dizilerininkini aratmayacak nitelikteydi, uydurma örneği:
– Buradan sonra ne yapacaksın?
– Bana mı dedin?
– Evet sana.
– Ne dedin?
– Dedim ki, buradan sonra ne yapacaksın?
– Şimdi mi?
– Yok, sonra.
– Bilmem ki. Sen ne yapacaksın?
– Bilmem, bir şey bulurum elbet.
Şimdi, bir ihtimal abarttığımı düşünenler için, bizzat kitaptan alıntılıyorum:
– Cheers. She’s just putting Ned to bed. I should think he’ll be off in a minute.
– Off where?
– Dreamland.
– Ah. Yes, how is your sleep these days?
– What?
– Do you still have bad nights? With Ned, I mean?
– Oh, I see. Well, no. No, it’s getting better. But you know what they say?
– What?
– They say boys are worse than girls.
– Worse?
– Babies. They say boy babies cry more than girl babies.
– Do they?
– You didn’t find that to be the case?
– Uh… yes, I think we did. Did you?
– Well, I suppose… boys are more anxious.
– Boy babies?
– Yes.
Bu tür “durgun” diyaloglar özellikle İtalyan restaurantında geçen sahnede doruk yapıyor.
Şimdi, sonuçta karakterlerini durgun yapabilen yetenekli yazarlar olduğu gibi, kendi durgun olduğundan karakterleri de durgun olan yazarlar da var. Sonuçta ben de biliyorum, hem adam sonradan Nobel de almış, Kitabın kapağının resmini ararken, bir sitede, şu deyişe rasladım: “Pinter’s bare, banal language undercuts the potential melodrama of the story, and gives us a stark look at the way we lie to one another, particularly those closest to us.” – ikinci kısım (“stark look bla bla…”) biraz laylay olsa da, ilk kısmın hakkını vermek lazım.
Kitap, bir aşk üçgenini konu ediniyor. Emma, kocası Robert’i, Robert’in en yakın arkadaşı Jerry ile aldatıyor. Aldatma (ya da “ihanet”) aslında bende “bir gecelik aşk” türünden bir şeyler çağrıştırıyor, onun yerine, yüce jüri de kabul ederse, kayıtlara bundan böyle “ilişkisi olmak” (having an affair) teriminin kullanılmasını öneriyorum. Fakat işte çeşitli zamanlarda (ve genellikle geriye doğru) ilerledikçe, ilişkilerin diğer boyutlarını da görüyoruz.
Kitap iyiydi (sururi ölçeğinde 5 üzerinden 3’lük bir iyilik, ki benim ölçeğimi bilenler (ben&gü), bunun iyi bir şey olduğunu söyleyecektir) ama daha iyi bir özelliği, bana bu konuda yapılmış her daim favorim eserlerimden olan Doris Lessing’in “Pek sevimli olmayan bir hikayesi” ile, Claude Sautet’nin “Ayazda Bir Yürek”ini(*) hatırlattı.
Bu vesileyle, bayramınızı da kutlarım – yarın bayram münsabeti ile üniversiteye biraz geç gidip, maaile kahvaltı sefası yapacağım, sonra da üniversiteye gidip iki gün sonraki konferansın olası son dakika hazırlıkları ve geçen hafta bitirmiş olmam gereken programcığı halletme teşebbüslerinde bulunacağım.
Eşkenar olan ya da Olmayan Üçgenler — Üçgen’i çok fazla tekrarlayınca yabancılaştım sözcüğe ama olsun, üçgen deyince John Fante’nin Ask the Dust’ının hangi üçgenler içine girdiğini düşündüm.( neden daha önce kendisini keşfetmediğim konusunda hayli pişman olduğumu söyleyebilirim) Sonuç olarak, eşkenar da olsa, ikizkenar ya da şimdi hatırlamadığım diğer üçgenler, iç açıları toplamı aynı sanırım. Garip bir çıkarım oldu sanırım:)