okuma alışkanlığımı orta okulda s.king adlı arkadaşın kitaplarıyla kazandım, severek okurum, sonları pek kotaramaz, kara kulesini severim, it favorilerimdendir vesaire vesaire… birkaç sene evvel Everything’s Eventual adlı hikaye toplamasını okumuştum son olarak, iyi hikayeler vardı ama tabii ki bir Hearts in Atlantis‘in yakınına bile uğramıyordu. Bir heves, Ovieda’ya giderken Nina’cığıma Just After Sunset‘i de yüklemiştim, yolda ilk hikayeden (‘Willa’) başladım, son derece zayıf bir hikayeydi ama girişte bahsetmişti işte ‘öyküden kopmuş idim ama toparlandım’ filan deyu, devam ettim o yüzden ama ikinci hikaye olan ‘The Gingerbread Girl’ de patlak çıkınca okumayı bıraktım. Dönüş yolunda son hikaye olan ‘A Very Tight Place’e başladım, o da bitti akabinde.
Diyeceğim o ki, ne can sıkıntısı ne öfke o kadar ama üzüntü ve muz kabuğu… şuradaki karikatür ne yazık ki hep…
King 63 yaşındaymış bu arada. Yolda Gaiman’ın ‘The Graveyard Book’u da bitti, hayli güzel bir kitap, kurgu diye ucundan tutturulmuş hikayecikler / enstantaneler yumağı olsa da güzeldi, HP gibiydi ama akla birkaç kere Jonathan Strange & Mr. Norrel’ı da getirmedi değil. Gaiman da 50 yaşında bu arada. Yaşlı yaşlı yaşlı…
Belkide — Belkide Stephen’den çok sen değiştin?
ncık makarnası.. — şimdi düşününce aklıma senin dediğin türden kipat değil de fülmler bulabildim ancak. Mesela çocukken seyredip büyülendiğim The Goonies ile büyükken seyrettiğimden dolayı potansiyelinin çok altında (fakat yine de hayli) zevk aldığım The Princess Bride.
Emme S.King öyle değil, kötü hikayeleri/kitapları hakikaten kötü. Bugün dün “haydin bir şans daha, bir şans daha” nidalarıyla başladığım “Harvey’s Dream”i de okudum, tamamen tahmin edilebilir, göz boyamaya yönelik, üzülüyor insan. Halbuki “Hearts in Atlantis” mesela, lisede en vurucu olsa gerekse de, hayatın her döneminde afiyetle okunabilir – keza “It” de çocukken okunamasa bile (okunsa o çocuk çocuk olmaktan çıkar), ilk gençlik diyelim o halde, işte o zaman tavan yapsa bile, şimdi okusam yine uyuyamam kolay kolay…
Ama bu son hikayeler (ve roman söylemek gerekirse misal The Stand – harcanmış potansiyeldir) artık hakikaten kasmayan bir adamın terennümleri olmuş. Psikolojik gerilim, bilinmezin sıkıntısı yerine grafik şiddet (eskiden de vardı tabii ama ilkiyle oranlandığında hafif kalıyordu) iyi bir korku filmi yerine (örnek düşünmekteyim… Carpenter’ın The Thing’i mesela) göze matkap sömürü filmleri (misal, Hostel) gibi bir şey.
Netice itibarı ile, Stephen değişir, Sururi baki kalır. (keh keh).