Efendim, başlamadan önce hemen doğru bir şeyler isteyenler için doğru adresi vereyim: Umberto Eco. Bu yazıda yer alacaklar onun suyunun suyunun suyu(nun…) olacaktır, kendimce terennümlerim olacaktır.
Semiotics, ya da Türkçe’deki sevdiğim karşılığı ile “Göstergebilim”, göstergeyi, “muhatabında bir şeyi işaret eden şey” olarak tanımlıyor (cümleyi ben uydurdum ama öyle bir şey – poff, tamam kaynak bulup yazayım ama bu yazıda son olsun, bundan sonra lütfen inanın bir şey dediğimde…. Peirce’a göre, işaret “birine göre bazı bakımlardan yahut kapasite itibarı ile bir şeylere karşılık gelen şeylerdir. (Umberto Eco, A theory of semiotics)).
İsimler de bir gösterge tabii ki. Gül de bir isim. (işareti işaret ettiği şeyden ayırmak için bundan sonra tırnak içine alacağım: “Gül” hoş kokulu, dikenli bir çiçek olan gülü işaret eder. (gibi). Shakespeare’in de dediği gibi, gülün adı “gül” olmasaydı da yine böyle güzel kokacaktı ama sonuçta gülün adı bugünkü Türkçemiz’deki eşdeğer anlamıyla “portlangıç” gibi bir şey olsaydı, yine bu kadar popüler olur muydu, orası ayrı bir konu.
Sorun 10luk sayı sisteminde. O kadar çok iç içe yaşıyoruz ki, onu doğal sanıyoruz (10 parmak doğal, biliyoz). Halbuki günümüz koşullarına çok daha uygun sayı sistemleri var (tabii ki 16lık sayı sistemini kast ediyorum). İsimlerimiz de öyle. Dede Korkut gibi ancak alakalı bir iş yaptıktan sonra bize ad takacak birileri olmadığından ezici çoğunluğumuz doğduğunda verilen adla yaşıyoruz, o adı göstergemiz yapıyoruz. Genelde, insanlar çocuğuna ad koyarken güzel bir şeyler koymak istiyorlar (dominant dede ve büyük annenin korkunç isimlerini miras bırakmaları ve daha birtakım istisnalar..). Yeni doğacak çocuğa bir ad seçerken nelere dikkat edilir:
* Adın ses olarak uyumlu oluşuna. (Buğu, Şimendifer, Röpdaşambr, Riçırd)
* (Güzel, iyi) Anlamlı olmasına (Gül, Oya, Ekin)
* Temenni barındırmasına (Yeter, Nihayet, Satılmış)
Ya, ciddiyet bana yakışmıyor, o yüzden kısa keseyim: adınız Okşan, Yosma ya da Güllü olsaydı hayatınız yine aynı olur muydu aynı koşullarda başlasaydınız bile? Cevap veriyorum, olmazdınız. Adı “Alev” olan birinin yakıcı olmasını beklemesek de, yine de bir yere kadar (epey) etkiliyor göstergenizin biçimi.
Arkadaşlarımı adlarıyla düşünürken, adlarının yazılı hallerini değil, sesli hallerini kullanıyorum, bilemiyorum siz nasıl yapıyorsunuz (Feynman’ın insanların nasıl içlerinden sayı saydıklarıyla ilgili ilginç bir yazısı vardır bu arada, hatta bir saniye… It’s as simple as One, Two, Three). Gene hayali arkadaşım olan Alev’i ele alalım, adını düşünürken aklıma adının ne yazılı hali, ne de bir alev imgesi geliyor, hayır. Yazı olmasaydı da adı Alev olacaktı, gene Alev olarak çağıracaktı. Biiiiiir: İsimler yazıdan önce de vardı. Konuşamasak, belki de, belki de değil hatta, sonuçta dilsiz alfabesi var / kast ettiğim şey şu bire bir harf karşılığı olan işaretler değil de, nesnelere atfedilen işaretler topluluğu, her birimizin bir işareti olacaktı.
Konuyu iyice dağıtırsak, hoplayıp zıplamaya devam edersek, Japonlarla Ruslar ne yapsınlar be annem? Haydi Türkçe’deki adımız olan “Gül”ü “Gul” diye yazdık, 春樹 ne halt etsin (Japonlar bu sembolleri Haruki diye okunuyor), onun öyle bizim gibi lüksü yok “Şafak” bırakayım da nasıl okunduğunu düşünüp dursunlar; “Safak” yapayım, kolayca yazsınlar, dizsinler, bassınlar uğraşmayayım; “Shafaque” yapayım da her ülkeden arkadaşlarımla buluştuğumda birbirlerine beni kast etsinler. Cevap: mutlu son yok, sen adını her dile özgü benzer şekilde okunacak şekilde belirtsen bile, bazı milletler, bazı sesleri hayatta çıkaramıyorlar.
İspanyollar Kraliçe Elizabeth’e Reina Isabel, Prens William’a Principo Guillermo diyorlar, Hande’nin bahsettiği her (çoğu) dilde, dini kaynaklı olan ortak/benzer kelimeler. İbrahim/ Abraham, Moses/Musa, Jesus/İsa … bu gibi durumlarda insan sanki daha meyilli oluyor adını o dildeki varyanta kaydırmaya.
Ne diyorduk, öyle böyle işte. Buraya ilk geldim, ofis arkadaşım iki dakikada bir “Amre!” diyor, dönüp bakıyorum, yok, bana değilmiş. Sonra “hambre”nin (“ambre” okunur) açlık anlamına geldiğini öğreniyorum, ama böyle dakika başı acıkmaz ki insan, sonradan anlaşılıyor, “hombre, hombre” diyormuş telefonda filan (“adamım, maaaan!” gibi bir şey…)
Ha diyorduk ki kazananı yok bu olayın, çözüm yok. Nesirde durum kolay, kelime kelime değil, anlamı çevireceksin (translate), yorumlayacaksın (interpret). Ama şiirde oluyor mu? Olmuyor. Şiir de adlarımız gibi: çok büyük oranda gösterge (göstergeler toplamı). Akşit Göktürk’ün “Çeviri: Dillerin dili” adlı pek zügel kitabında “fish & chips”in çevirisi için “köfte ekmek” önerilmekteydi. Karşılayan anlam olarak son derece doğru olsa da, William’ın Hindistan’a yol alan geminin güvertesinde bilmemneshire kasabasının iskelesi giderek küçülürken köfte ekmeğini dişlemesi bana pek normak gelmemekte.
Kızılderili isimlerini çeviriyoruz ama: Oturan Boğa, Öfkeli Kunduz, Kuzu Diş… Ha-hayt, böylelikle uzmanlarının yıllardır çözemedikleri bir derde daha derman bulmuş olduk: kızılderili isimleri kullanmalıyız.
“Sururi” bildiğim kadarı ile, kelime anlamı olarak “gülen kişi” demek, kendime bu adı seçtiğimde bilmiyordum, öğrenince bir kat daha hoşuma gitmişti. İsimlerimizi seviyoruz, değil mi ey ahali? Yeeeesss…
Elif Şafak’a dönecek olursak, her ne kadar yukarılarda genel olarak gösterge olarak isimlerin yazısal değil de, sözel bileşenlere sahip olduğundan dem vursam da, herkes ismini okunuşu ile yazsa bile, onun da öyle yazdığını görünce sinir olmaktan kendimi alabileceğimi sanmıyorum. Bu da benim bir başka gıcıklığım olsun, Herkese benden çay! (Çiçek Abbas)
Bogus: ama HiTNet günlerimizde, sadece yazılı ortamın olduğu zamanlarda böyle değildi tabii ki. Orada herkes AdıSoyadı ile vardı, kişileri adları ile düşündüğümüzde ses/okunuş değil, harfler gelirdi insanın aklına, öyle temsil edilirlerdi. (bu aralar Neil Postman, “Amusing ourselves to death” bitmek üzere, acaip gaza gelmiş durumdayım bu loyloylara (loroloro lol lollo lol lolo lol!…)
Off-topic: Bir önceki mesajda Saruman dedik, Gollum‘u geçmeyelim. “Dobie likes ussss…”
ne kaa kofte o kaa ekmek — Oncelikle, su Kiril alfabesiyle yazili olan bolum neyin nesidir? 2. ve 3. satirinin isimler oldugunu, bunlardan birinin tanidik bir isim oldugunu ;), superscript aciklamalarinin dept&uni&adres oldugunu, son satirda da biri 19.4.2011 olmak uzere iki tarih oldugunu cozdum ama geri kalanlarin aciklamasini reca edecegim. Makale midir, nedir?
Bir de efenim, su Aksit Gokturk meselesine biraz deginmek isterim. Kofte-ekmek biraz asiri yorum olmus ama kucuk capta bir benzerini bendeniz de yapmistim efem. Tabii ki de carmiha gerilme ihtimalimin oldugu bir konferansta degil de, bir derste. Onda bile bir hocanin tek kasi kalkmisti ama digerine neden boyle yaptigimi aciklayinca kabul etmisti.
Tercumanin (ve A.G. orneginde oldugu gibi mutercimin de) bir gorevi kulturler arasi gecisi de saglayip metni okuyucu/dinleyiciye anlasilir kilmaktir. Benim ornegimde Italyanca’dan Turkce’ye consec yapiyordum. Orijinal konusmanin konusu da leblebi gibi antibiyotik yutmanin zararlariydi. Konusmanin sonu da az cok su sekildeydi: “O halde, bir daha grip oldugunuzda hemen antibiyotige sarilmayin; sicak bir cay icin ve iyice dinlenerek hastaligi atlatmaya calisin.”
Italyanlar normalde cay icen bir millet degil bizim gibi. Konusmada da gectigi uzere ancak hasta masta olduklarinda iciyorlar, Turkler gibi gunde bin bardak degil. Durum boyle olunca ben su sekilde cevirdim: “O halde, bir daha grip oldugunuzda hemen antibiyotige sarilmayin; sicak bir corba icin ve iyice dinlenerek hastaligi atlatmaya calisin.” Dedigim gibi, bir hoca tek kasini kaldirdi ve niye boyle cevirdigimi sordu. Ben de Turkler normalde de cok cay iciyor, hasta olunca ozellikle yaptiklari bir sey degil filan falan aciklamasini yaptim. AB kurumlarindan birinden gelen Italyan tercuman da bu yaptigimi onayladi. Ama tekrarliyorum, bir konferansta bu cesareti kolay kolay gostermezdim, en azindan simdilik, ve de consec yaparken boyle cevirmezdim, simultane olsa cesaret edebilirdim.
Not: Simdi basligi yazdim da, hadi tercuman hanim, bunu da cevir bakalim. :)) Erdogan atasozu ve deyim kullanmayi pek bir sever ya, “Fransiz kalmak” meselesinden sonra Zaytung’da soyle bir sey cikmisti: “Yakın zamanda Arap zirvesine katılacak Başbakan Erdoğan için “ne Şam’ın şekeri ne Arabın yüzü” deyimini tercüme etme çalışmaları hız kazandı…” 🙂
Nereden yakmak isterseniz — Bugün gördüğüm bir dükkan ismi : Zeckié
cay ilac olsa, icer miydin? — Melaba Ande! Oncelikle, o makale bilgisinin aynaya tutulunca gorunen hali:
Yani sonucta “Ş”, “S”ye benziyor diye öyle temsil edince oluyorsa, buna da bir sınır getirilmeli Japonya’dan ve Rusya’dan ve diğer latin kökenli olmayan alfabeler kullanan sevgili blog takipçilerimiz için… (ama yine diyeceğim E.Sh. ne yaparsa yapsın haksızdır).
Çay/çorba iyidir, ama seni tanıdığımdan hoşuma gitti sanıyorum, yoksa tanımadığım biri yapsa, ben de İtalyanca bilsem kaşımı çatar idim.
peki çay ilaçlı olsa, içer miydin? — Türkiye’deyken sanırım gazetede görmüş idim, şimdi internetta aradım, bulamadım, bir Türk firması ki, aile adları “Atlıoğlu” gibi bir şey, kendilerine marka olarak “Cavalleria” gibi, İtalyanca’da süvari anlamı olan bir kelime seçiyorlar (ben bu arada sözlükten baktım) ve sadece Türkiye’de satıyorlar.
Böyle yabancı isimli tükanları gördükçe içeri girip, hangi dilden araksa o dilde konuşma isteğim gelir. Şimdi Zeckie’ciğim eminim Fransızca’yı (?) sular seller gibi biliyordur. Damarlı odun, tek vuruş, kuşaklar boyu şişiklik. Hamdi Yüzbaşı’yı da aldılar içeri, çotası kaldı yadigar.
Yapılmışı var, — Çay=çorba yorumu iyi bir yorum katılıyorum, ama bir tıp konferansında olması pek iyi olmamış olabilir, sonuçta o tür bir konferansta muhtemelen herkes anlatılan bilgiyi kendi yorumlamak ister, yani yorumun iyi veya kötü olmasından çok arada bariz bir yorum tabakası daha olmasından dolayı ben de kaşımı kaldırıdım, ve hatta paranoyak doğam gereği başka nelere yorum girdi acaba diye düşünürdüm.
Ben burada İngilizce isimli dükkanlara dalıp İngilizce konuşuyuorum. Öyle prensip gereği falan değil, Fransızcamı ben dahil pek kimse anlamıyor çünkü. Şimdilik kullanımı sadece kontrollu ortamlarda ve sınırlı şartlarda, çok çok dikkatli olmak suretiyle, kısıtlı miktarlarda…
Tezgahtarlar böyle ezilip büzülüp bana dertlerini anlatmaya çalıştıkça ben daha bir kötü oluyorum ama, öyle karşılıklı maymunlaşıp, bolca gülüşüp, pek de birşey elde etmeden çıkıyorum.
Benim Patron bu dediğini Amerika’da tam ustrubuyla yaptı. Görmen lazımdı! Fransızca’ya benzeyen bir kelimeyle bir zincir restoran kurmuşlar, çevirmem gerekirse “ekmekyağcılar” gibi birşey demem gerekir herhalde, bir de ğ nin aksanı g nin altında olacak. Bütün elemanlarınada “Bonjour” diyerek müşterilerini karşılamayı tembihlemişler, zenci garson bizi görüp Bonjour’u basınca benim Patron, suratında büyük bir gülümseme, Fransızca konuşmaya başladı. Bir süre debelenen kadıncağız baktı baktı, sonra iri gözlerle “oh my god but you are cheating!” ile teslim oldu. Sopadan beter. Ama patronu olmadıktan sonra ne yazar.
Başlıksız — :)) O yorumu konferansta degil, derste yaptim zaten, oyle yazmistim ya…
Bir de, yeri gelmisken, neden consec’te yapmayip sim’de yapabilecegimi de aciklayayim: consec’i o dili bilen bilmeyen herkes dinler, dili biliyorsa da hakli veya haksiz her seye itiraz etme ihtimali vardir. (“Haksiz” da cok oluyor ne yazik ki, herkes Ingilizce “biliyor” ya, dusunmeden ukalalik eden de cok maalesef.) Ama sim’de zaten o dili bilmeyen ceviriyi dinler. Bilip de butun konferans boyunca “Ay ben su tercumani bi dinleyeyim” diyen cikmaz (haydi %1 yanilma payi koyayim guzel hatriniz icin) cunku hem orijinali hem de ceviriyi ayni anda dinlemek cok yorucu bir is, ustelik bir seyler anlamak icin gittigin konferanstan aklinda hicbir sey kalmama riski de var. Iste boyle bir ortamda tercumanin yaptigi cay/corba degisikligi hic farkedilmeden, hatta zihinde en ufak yer etmeden gecip gider.
doğru! — Uf, Fransızca öğrenemediğim gibibu kavram karmaşaları da beynimi daha bir hızlı yiyor, burada konuşma verenlere ders verdi diyorlar, hatta İngilizce konuşurken bile.
Bir kere benim konu hakkındaki en esas görüşüm simultene çevirinin Jedi mindtrick’le aynı klasmanda tutulması gereken birşey olduğu yönünde (Jedi efendi! Jedi efendi! O ışıklı sopayı boş boş sallayıp duracağına git elin ekmek tutsun). Yani konuşan kişiden çok çok daha hızlı düşünmen gerekiyordur herhalde, leb demeden değil, gözünün içinden nöronlarını görüp leblebi diyeceğini anlamak 3 sınıfa kadar öğrenilmesi şart şeylerden biridir muhtemelen. Kısaca o kaş kalktığıyla kalır, yoksa her insan gibi sağ kolumu severim 🙂
Ama yaptığın varsayımda gözardı ettiğin bir durum var ki bu da (bence özellikle Fransız ekolünde yetişenlerin madur olduğu) çokbilmişlik fenomeni.
Mesela Francoise kişisi İngilizceyi çat çut bilsin. Çokbilmişlik için yanıp tutuştuğu bu doğal ortamında, sim olmadan yapamasın. Tataaa! Sence Francoise’ın ilk hedefi kim olacaktır?
Elbette ortamda yüzbin milyon tane Francoise olacaktır, mesela bunlarla nasıl başedileceği.
Sonuçta mesele bilinen bilinenler (Türkçe bildiğimi biliyorum), bilinen bilinmeyenler (Fransızca bilmediğimi biliyorum), bilinmeyen bilinenler (Arkadaşım İtalyanca konuşunca anlıyorum), ve bilinmeyen bilinmeyenler (ingiliz İngilizcesini aslında çok iyi bilmediğimi bilmiyorum) arasından bilinmeyen bilinmeyenlerinin çok olup da çeneni tutmayı bilmemek …
may the fourth be with you — :)) Mindtrick olaylari en cok da Turkce’den Ingilizce’ye (veya baska bir dile) donerken oluyor. Turkce’de fiil en sonda ya, kisacik bir cumle olsa neyse de, normal bir cumlede fiili beklersen cumle biter, arkasindan el sallarsin. Eh, durum boyle olunca ne yapiyoruz? Cumlenin gidisatina gore tahmin ediyoruz. (Iste bu icguduyu ne kadar cabuk gelistirirsen o kadar iyi.) Hic mi yanilmiyoruz? Ohoooo, coook! Iste o zaman da kivirma icgudusu devreye giriyor ve duzeltip mumkun oldugunca cumleyi toparliyoruz. Konusmaci adam beklemiyor cunku. Bazen kosturuyor, en kotusu de elindeki kagittan kafasini kaldirmadan kosturarak okuyor. Bakiniz, sayin bilim insanlari, aklinizda bulunsun, sunum filan yaptiginiz zaman mumkun oldugunca konusma havasinda olsun, okumayin. Bir de ben comezim ya, en korktugum sey bir espri veya kelime oyunu. Tecrubeyle kazaniliyor bunlar tabii, bir hocamin bir gaz toplantisinda yarim saat filan daldan dala atlayan, fikradan hikayeye gecip duran bir adami super cevirdigine sahit oldum, acayip bir histi.
Mutercim tercumanlik bolumlerinde ilk sozlu ceviri dersleri galiba 3. sinifta. Bogazici’nde nasil isledigini biliyorum, onu anlatayim: konferans tercumani olmak istiyorsan (bazen de yazili odev yapmaktan kaytarmak istiyorsan 😉 ) 3. sinifta secmeli derslerden sozlu ceviri derslerini aliyorsun. Bu derslerden yanilmiyorsam belirli bir ortalamayi tutturursan sene sonundaki screening sinavina giriyorsun. Gecersen son sinifta cok cok agirlikli olarak sozlu ceviri dersleri aliyorsun. Screening’den gecenlerin yillik ortalama sayisi 1.3 mu 1.6 mi ne. :)))
Bir de Konferans Tercumanligi mastiri yapacagim diye tutturanlar var (ben mesela), iste o garibanlar da iki sene ceneye kuvvet sozlu ceviri dersleri goruyor. Lisansta genellikle mutercim tercumanlik okumamis oluyorlar, hatta benim sahsen tanidigim bir zavalli var, o bir de Matematik Muh. mezunu. Iki sene debelendi durdu, morali bi indi bi cikti. Gecen sene mezun oldu, Ekim’de calismaya basladi. Simdi pek mutlu ama, bu meslegi pek seviyor. Yarin tatile gitcek daha sirt cantasini toplamadi tembel, onun yerine blog mu ne yaziyormus. Sonra Eylul’de de isleri mi ne basliyormus, serbest meslek makbuzu kesip fis toplayacak. 🙂
Ben o filmi biliyorum! — Ben o filmi biliyorum! Bak şimdiden söyleleyim, o “screening”lere giren gençlerden birisi çok başarılıdır, ama hocalarınızdan biri “çok yaşlı bu, almayalım bunu” der, gidin onun elinden öpün, bir bildiği var da o yüzden konuşuyor! Çocuğun da kafasını öyle bir karıştırın ki bildiğini de unutsun, sonra gider deri/latex/pelerinlere merak salar bütün akademik simultene çeviri camiasının canına okur falan, aman diyim…
Bu arada senin hocanın yaptığını kanındaki yüksek düzeyde midichlorian ile açıklayamayacağımızı varsayarsak (olsa G.W.Bush’tan anlardık muhtemelen), bir insan ne kadar “orjinal” olmaya hevesliyse o kadar tahmin edilebilir (sığ) olacağı sonucuna varırız (sonuçta adam “hahah! ben süper düper orjinalim! fıkra anlatırım onu yaparım bunu yaparım” diye çıkıyor, senin hocan ise belliki bu tiplerden çok görmüş, adamın “orjinal” konuşmasını adamdan bile önce bilip çevirmiş oluyor) Touche orjinal efendi! Bilinçaltı mesajlar , sen nelere kadirsin, orjinal tektip insanlar kümesi!
Üf, neyse, benim düşünce şeklimin modası geçeli çok oluyor, çenemi kapatıyorum, buyrunuz orjinal “intellectual property” insanları, zaman sizin zamanınız!
Bu arada öyle kağıtlı çıkanlardan konferans öncesi kağıdını istemek hile yapmak gibi birşey mi sayılıyor?
Başlıksız — Yok, hile sayılmıyor. Metin veya slayt varsa istiyoruz. Hatta outline’a bile razıyız. Nadiren geliyor, gelince bayram ediyoruz. Bir kere şöyle bir okumak bile faydalı oluyor. Hatta diyelim konuşmaya başlamadan hemen önce metni verdiler, bakmaya vakit yok. O metnin önünde durması bile iyi çünkü onsight çeviri yapabiliyorsun (bir metni okurken tıkır tıkır çevirmek. Bir defasında Ece’ye böyle masal okumuştum. Prenses ve Bezelye Tanesi. Ne tuhaf bir masaldı o öyle!) En kötü ihtimalle Türkçe cümlenin sonundaki fiili görüyorsun. Tabii çok yorucu: dinlemek ve çevirmek yanında bir de okumak gerekiyor. Dinlemeyi bırakamıyorsun çünkü konuşmacının konuşmayı ne zaman değiştireceği belli olmaz.
bir asiri yorum ornegi daha — Onumuzdeki haftaki sinav icin bizim speech repository’de eseleniyordum demin, Italyanca konusmalardan birinin konusu “Italya’daki Manastirlar”. Bunun keywordlerinden biri “kesis olmak” anlaminda kullanilan “kesis giysileri giymek” gibi bir sey. Bunu gorunce icimdeki muzur tercuman “ehrama girmek” olarak cevirmek istedi, muzur olmayan da epey guldu ve buraya yazmaya karar verdi. 🙂
Parma Manastiri — Hollanda’dayken ogrenmistim: Parma’nin domuzlari meshur diye, Hollanda’dan domuzlari trene bindiriyorlarmis, Parma’da kesip, “Parma domuzu” yapip geri getiriyorlarmis, sonucta pakette “Parma’da paketlenmistir” yaziyor. Benzer minvalde, bir de super marketlerde et ve meyve paketlerinin uzerinde ambalaj tarihi ibaresi yer alir ya, Juzo Itami’nin Shopping Lady‘sinde de baliklari her gun yeniden paketlerlerdi, ta ki artik paketlenemez hale gelinceye degin. (Hollanda’daki son haftalarimda yalniz basima Juzo Itami maratonuna cikmistim, o gunleri hatirladim Hollanda ve ambalaj tarihi keywordlerinden).
Parmayi ve manastirlari bir kenara birakacak olursak, keske bir blogun olsaydi (twitter kurtarmaz) da, bu mesleki ilginclikleri/muzurluklari oraya not dusseydin… 8P)
Simdi dusununce “to don” edimi (Italyanca’da da benzer bir fiil oldugunu varsayiyorum), Turkce’de pek de kullanilmayan bir tasvir sekli, ilginc geldi bunun eksikligi…
Fesat miyim? — Eskiden sesi guzel olan erkek cocuklar Parma’ya gider, daha hafif olarak eve donerlermis. 🙂 Yanlis hatirlamiyorsam… Fesat da olabilirim tabin. 😉
“to don” kelimesinin Turkce’de olmamasinin olasi bir nedeni aklima geliyor aslinda. Katoliklerde olur ya bu fiil… Neden? Cunku o kiyafeti bir giyince bir daha cikaramiyorlar. Ama bizdeki din adamlari normal hayatlarinda normal kiyafetlerle dolasiyorlar. Olabilir mi?
Aman ne bileyim, burada alakali konu var diye buraya yazdim. 🙂
yeni fikir — Efenim, demin aklima bir muzurluk geldi, sicagi sicagina paylasayim dedim. Annem altyazi okumayi hic sevmez ama onu bugun zorla Downton Abbey’e baslattim. Tahmin ettigim gibi cok begendi. Iki bolum izledik, kaldi 14 bolum. Yalniz, son bolumun Turkce altyazisi divxplanet’ta olmadigi icin ben cevirmeye basladim. Gunde 1 saat cevirsem 5 gun sonra tamamdir. (Ilk iki bolumde cevirmene bol bol kufrettim, o ayri) Neyse, bir sahne var: Matthew, annesi ve Mary bir mezar basinda… Matthew “Our Father, which art in heaven” diye dua okuyor ve bir sonraki sahneye geciliyor. Orada “Elhamdulillahi rabbil alemin” diye cevirecegim, bakalim nasil olacak. 🙂