(Hani bir yıldız kayar da insan / Hani bir telaş duyar ya birden / İşte öyle bir şey)
-hala otoparkta beklemekte olan Marvin’e-
Birkaç şey, 1: (geek special). Evdeki bilgisayarınızdan açın terminali, okuldaki bilgisayarınıza SSH çekin, o terminalden de evdeki bilgisayarınıza girin, bir şeyler yapın, dosyaları kurcalayın, ‘touch’ this, touch that. Eve geri döndüğünüzde bir şeylerin kurcalanmış olduğunu görün, kendinizi sobeleyin. (Philip K. Dick – A Scanner Darkly)
2. Sims’i açın, oradaki karakter bilgisayarda oyun oynasın, oyunun detaylarını çok da net göremeyin, neye benziyor bilemeyin ama aslında o oyun da Sims olsun, o oyundaki küçük adam da oyun içinde oyun açsın, ama oynadığı oyun siz olun. (Neil Gaiman – A Game of You (başlıktan sadece), Zaphod de hhgttg)
3. Elinizi arkası yere değecek şekilde yere koyun. Üzerine sadece parmaklar dışarıda kalana değin toprak dökün, öyle ki sanki parmaklar aynı yere bağlı değillermiş gibi bir etki olsun, parmaklar birbirlerinden bağımsızlarmış gibi düşünsünler mesela, ayrı benliklere sahip olduklarını da, bir gezegende birey olduklarını da. (Half Life’da sizi bile bırakıp birbirleriyle dalaşmaya başlayan timsahımsı ve ötekimsi yaratıklar).
4. Elinizde hakiki olduğuna emin olduğunuz bir tablo olsun. (Çok sevdiğiniz) bir arkadaşınız o tabloyu çok seviyor; normalde derhal, sevgiyle hediye ederdiniz ama öte yandan tablonun sizin için manevi değeri var. Nihayet bir gün aklınıza bir çözüm geliyor – çok yetenekli bir ressama tablonun röprodüksiyonunu yaptırıyorsunuz, niyetiniz sizdeki aslı bir yere saklayıp, arkadaşınızı “birazcık” kandırarak olsa da, mutlu etmek. Aslı ile kopyasını almaya gittiğinizde, ressam sağ elinize aslını, sol elinize de resmin röprodüksiyonunu (TDK’dan baktım bu arada yazımına) veriyor. Tam arabanıza koyacakken resimleri ayağınız takılıyor, resimler düşüyor, karışıyor, hangisinin asıl olduğunu anlayamıyorsunuz. Sonra aklınıza bir ihtimal daha geliyor (ressamın yiyebileceği bir herze). Elinizde hakiki olduğuna emin olduğunuz bir yaşam olsun. Sonra bir gün bir simulasyon bunun eşdeğerini sunuyor. (Zhuangzi, Milattan Önce 3. yüzyıl).
Geçmişte şu andaki teknoloji, onun getirdiği rahatlıklar olmadan paşa paşa yaşadık çünkü böylesi bir şeyin varlığından haberdar değildik. Bir şeyin olabileceğini, olduğunu bilmek, onun olmadığı durumun kayıtsızlığını imkansız kılıyor. Şu anda bir gerçeğimiz varsa, bunu sanalın gerçekle -henüz- boy ölçüşecek duruma gelmemiş olmasına borçluyuz.
5. Bir simülatör insanlara istedikleri her şeyi veriyormuş ve bunu da yoğun-zaman denilen bir hızda yapıyormuş, öyle ki, simülatörde 1 hafta “yaşandığında”, gerçek hayatta sadece bir gün geçmiş oluyormuş. Simülatöre (“gerçek” zamanda) 2 yıl bağlı kalmak için, (“gerçek” zamanla) 1 yıl boyunca simülatör için ağır işlerde çalışmak gerekiyormuş. Ama 14 yıllık cennet vizesi için 1 yıl çalışmanın sonuçta lafı mı olur! Bir süre sonra insanlar simülatördeki dünyanın gerçek olduğunu, ağır çalıştıkları öbür dünyanın ise asıl simülasyon olduğunu çakmışlar (çünkü zorlukla geçirdikleri alem sayesinde cennet gibi gerçeğin değerini kavrayabiliyorlarmış). Bazıları ise hala tersini savunmaya devam ediyormuş. (EST, Jack and the Bean Stalk 3000)
İhtiyacımız olan: kişi başına (bu galaksi ölçeğinde bir sistemi simüle edebilecek seviyede) bir bilgisayar; yeterince yüksek bir sanal zaman / gerçek zaman oranı. İşte o zaman hiçbir şeyden emin olamadığımız o (mutlak?) nihai anarşinin hükmüne gireceğizdir.
Son nokta: “Simülasyon olduğunu anladığında rahat bir nefes aldı..”
Simulasyon —
Niye takıyorsun ki bu kadar, genellemelerine gerek bile yok, sonuçta çoğunluk gerçeği kendine takdim edildiği şekilde algılıyor. Yanındakinin bile hangi gerçekte olduğundan emin olamıyorsun bazen. Hem baktın olmadı, olabilir ya, takdiminde birşeyler ters, eksik, OCP çıktı karşına, hoşuna gitmedi veya sana takdim edilen şekil, kendini kandırmak en kolay iş, öyle ileri teknolojilere vbye gerek yok, kafanda bir ayna yarat, aynaya kendinin istediğin halini koy, sonra başla durumları ayna görüntüne uyacak şekilde “ama” larla bükmeye. Anılar akışkan, herşey hikayelerden ibaret, ve aynanın görüntüsüne yarattığın dünya senin dünyan, gerçeğinden kolay kolay ayırt edemezsin. O kadar kolay ki, nerdeyse tanıdığım herkes bir şekilde yapıyor.
Tek bir soru belki rahatsız edebilir,
bir simulasyondaysam yeterince özgür müyüm?
Eh, simulasyonun dibinde bile olsan, veya bu yaşadıkların tamamen rastlantısal anlamsızlıklar dizini de olsa, özgürlük her zaman zor iş, önce haketmen lazım.
even better than the real thing.. —
Ozgurluk dedigin matrix’te iki katman. Olay genelde iki noktada kisira dusuruluyor — biri matrix’tekinin benzeri ‘bu katman sanal, ustundeki gercek ama, a o da sanalmis anlasilan, bir yukari cikalim, elbet bir sonu vardir…’ olayi ki Mobius seridi, fraktallar, A->B->C-> gecisi bunun icabindan geliyor. Oburu de “kollektif(/paylasilan) sanal dunyalar” ki bu sacmaligin dik alasi. Yapay zeka varken kim takar gercek dunyayi kendi icin?
Neyse, asil iki ek yapacaktim maddelere, gelmisken biraz ahkam da keseyim dedim (didim):
6.1) Onemli bir politikaci vurulur, herkes kimin vurdurtmus olabilecegini dusunurken, normal, siradan bir adam cikar, sucu ustlenir, sebep olarak da “kravatini baglayis sekline gicik oluyordum” der, kimse de yutmaz tabii, “bariz maşa olduğunu” herkes hemen anlar. Halbuki gerçekte o adam gerçekten de o politikacıyı kravtını bağlayış şekline gıcık olduğu için vurmuştur, garip ama gerçek (Iris Murdoch – The Sacred and Profane Love Machine).
6.2) İki tane çocuk, perilerin olduğu beş fotoğraf gösterirler, fotoğraflar gerçek gibidir ve hemen herkes de inanır, ama araştırmalar devam eder ve bir noktada çocuklar bunun kurmaca olduğunu itiraf ederler ama bazıları fotoğrafların (ve perilerin) gerçekliğine inanmaya devam eder (Elsie Wright and Frances Griffiths, The Cottingley Fairies)
7) Curetkarca giyinmis bir insanin, cirilciplak bir insandan daha tahrik edici olusu (tarih yazar bunu).