$izoSuru No:5 – sert cool parti tornavida

$izoSuru 5 — sert cool parti tornavida

  • Martin Solveig – Hello (2010) [Fransa]
  • Fleetwood Mac – Dreams (1977) [İngiltere]
  • Le Tigre – Deceptacon (1999) [ABD]
  • Whale – Pay For Me (1995) [İsveç]
  • Datarock – Computer Camp Love (2005) [Norveç]
  • Air – Kelly Watch The Stars (1998) [Fransa]
  • B.J. Thomas – Raindrops Keep Fallin’ on My Head (1969) [ABD]
  • Ella Fitzgerald – Sunshine of Your Love (1968) [ABD]
  • Groove Armada – My Friend (2001) [İngiltere]
  • Fatboy Slim – Weapon of Choice (2001) [İngiltere]
  • Neil Patrick Harris – Brand New Day (2008) [ABD]
  • Sezen Aksu – Onu Alma, Beni Al (1995) [Türkiye]
  • Kurban – Yalan (2004) [Türkiye]
  • The Chemical Brothers – Where Do I Begin (1997) [İngiltere]
  • + Emre Sururi’den terennümler, bir şeyler, bir şeyler…

İndirmek için bu bağlantıyı takip ediniz / Please follow this link to proceed with download.

Martin Solveig’in Hello’su ailemiz için bu senenin müzik olayıydı. Biri uzun, diğeri kısa iki versiyonu var, aşağıya kısa olanı alıntılıyorum, uzun versiyonun da linkini vereyim. Siz bunların tadını çıkarın, iki sürprizim daha olacak (sonra).

Fleetwood Mac’in Dreams’ini ilk olarak Japonya’ya giderken uçakta keşfetmiş, tekrar tekrar da dinlemiştim (12 saatlik uçuşta, şarkıyı ezberleyecek kadar tekrar edebiliyorsunuz). Artık ne zaman dinlesem hem Japonya’yı, hem de patronu aklıma getiriyorum, güzel oluyor (patron Japon olmasa da, hipidir, oradan).

Whale’in Fikret Kızılok’la tanışma macerasının detaylarını eski bir girişin MazharFuatÖzkan ile ilgili kısmında bulabilirsiniz (çok lazım değil ama neys…). İkinci albümleri hakkında ise:

Crying at Airports sanırım -bence- gelmiş geçmiş en iyi şarkı ismi. İlk göz ağrılarımdan Whale’in bir türlü bulamadığım da sonra unutup, sonra hatırlayıp yıllar sonra kavuştuğum 98 tarihli ikinci ve son albümlerinden bir şarkının ismi. Şarkı da albüm de iyi değil ama bu şarkının ismi (crying at airports), ama bu albümün ismi (all disco dance must end in broken bones) ve ama kapağı… nasılnasılnasıl ümit vaat ediyor, ah!” (7 Temmuz 2009, lakin kapağın resmini alıntıladığım kaynak uçmuş, üşendim güncellemeye).

Bu $izoSuru’daki parçalar hit parçalardan oldu hep (çoğu single olarak da çıktı, hemen hepsinin klibi var, o derece yani). Şarkı seçerken şöyle bir klasman var: Grup meşhursa meşhur olmayan bir şarkılarını almaya çalış, şarkı meşhursa ancak eskidiyse al (bugünün hitini bugün alamasam da, 3-4,30 yıl sonra neden olmasın tabii ki!), ideal dinleyici profili: seçkideki 10 şarkıdan 1 ya da 2’sini, sanatçılardan 2-3 tanesini bilecek, 2-3 tanesini de bir yerlerden duymuşluğu/kulak aşinalığı olacak, albüm başına 3-4 yeni şarkı kazanmış olacak (ne kadar çok, o kadar iyi haliyle). Böyle katı, ruthless bir matematiksel algoritma canavarı işliyor arka plandaki çarkların arasında anlayacağınız…

Ben Cream, Fitzgerald’dan coverladı zannediyordum bunca senedir, meğer durum tam tersiymiş, yılına bakarken öğrendim az evvel, çok şaşırdım. Cream iyi gruptur, kafa bin beş yüzdür, böyle parkaların içinde, bıyıklar upuzun efsanevi bir performansları vardır. (Ben White Room alayım). Yine şarkının detaylarına bakarken, bir de Bobby McFerrin’in akapella (selam Dee!) yorumu olduğunu -dehşetle- öğrendim.

Groove Armada / My Friend’i özellikle severim, şarkıdan da aynen şarkıdaki gibi bir dostum olan Georgina vesilesiyle haberdar olmuştum.

Weapon of Choice’un klibini mutlaka seyretmelisiniz. Mutlaka. Christopher Walken’ın kim olduğunu biliyorsanız 1500 iki, bilmiyorsanız, yine de süper… Yıllar yıllar evvel (2001, taze taze), Gürer Bey’ciğim heyecanla bildirmişti, zevkle izlemiştik (.mov, 10-20 MB? 5-6 MB?). O zamanlar “walk without the rythm” kısmını pek takdir edemiyorsa da, artık eminim sevgili Damlanur sayesinde öğrenmiştir iyice Paul Muhaddib ve Mahdumlarının hikayelerini…

Brand New Day, bu seçkinin kapağına da aldığımız Joss Whedon’ın işsiz kaldığı dönemde Neil Patrick Harris ve Nathan Fillion’ı da yanına alıp, öyle geyiğine internet için aparttığı güzide bir müzikaldir, bizim de canımız ciğerimiz disq sayesinde haberimiz olmuştu, beklemiştik yeni bölümleri çıktıkça çitletmiştik. Felicia Day başta güzel gelse de, değil yaw, geek kraliçesi olarak ultrason ama şimdi yine de… Dizide bonus olarak da Big Bang Theory’nin Howard’ı Simon Helberg oynar küçük bir rolde (Moist).

come on pilgrim, you know he loves you – ya da ahir zamanlar

Üç kişilik bir aileyiz. Yurtdışı maceralarımız dolayısıyla birlikteliğimiz iki kere ciddi kesintiye uğradı ve tabii ki başımıza gelebilecek çok daha kötü şeyleri düşünebiliyor olsak da, dayanması çok zordu bu ayrılıklarda. Üçümüz birlikteyken kötü şeyler olmaması tercihimiz ama diyelim ki, bir uçakta koltuklarda yan yana oturuyorken noktalanmak, “dünyanın sonu değil”. Dünyanın sonunun gelmesi dahi “dünyanın sonu değil” kategorisinde, if you know what I mean. Birlikteysek her şeyi atlatabiliriz, atlatmasak bile atlatmış sayılabiliriz.

Dün, yüzümü yıkarken aklıma bu minvalde ilginç bir şeyler gelmişti: yin/yang’tan yola çıkarken türetilmiş geyikler, üzerine bolca diyalektik sosu eklenmiş şekilde… neydi ki acaba? Böyle milyonlarca klonunuz olduğunda, benliğinizi, bireyselliğinizi yitirdiğinizde, ancak o zaman ölümün anlamını yitireceği gibi bir şeydi sanırım. Galiba hatırladım: bir şeyin üstesinden gelmenin tek yolunun, o şeyi problem olmaktan çıkarmak olduğu satorisiydi. Çok zor bir şey uygulamada, kötülüğe kötülükle karşılık vermemek gibi, buram buram enayilik kokan bir şey ama tek yol bu. “Do not feed the troll.” düsturunda özetleniyor. Ama ne kadar zor, imkansız belki de çünkü bir yandan taviz/tolerans meselesi var, diğer yandan kendiniz için katlanabileceğiniz şeylere sevdikleriniz için dayanamayacağınız gerçeği.

-yine- Nereden nereye (sayın seyirciler). Şimdi bildiğiniz/bilmediğiniz üzere, Amerika’da, evanjelistler başta olmak üzere bir “rapture” gündemi var. Adamlar hesaplarını yapmışlar, 21 Mayıs’ı, yani bugünü, inananların (müminlerin) Tanrı tarafından cennete alınacağı gün olarak belirlemişler. Geride kalanlar 21 Ekim’e kadar kendi aralarında top çevirecekler, 21 Ekim’de de kıyamet kopacak. Benzer bir inanış, bildiğim kadarı ile İslam’da da var: önce Deccal (anti-christ) gelecek, insanlar hatta onu Mesih (Hz. İsa) sanacak, fakat sonra gerçek Mesih gelecek, haçlar kırılacak hatta, insanlar “ya biz ne büyük bir hata etmişiz” diye pişman olup ağlarken, kıyamet kopacak.

Dünyanın sonunu olumlu bir eylem olarak görüyorum. Mümkünse hep beraber gidelim. İnsanları (homo sapiens familyası bünyesinde) pek sevmiyorum, hayvanları uzaktan sevsem de, onlar da aşağı yukarı aynı haltlar bizimle. Popüler olan şeylere gıcık olan entelektüel ukala tiplere “hipster” deniyor İngilizce’de. İşte paşazade dinlediği grup meşhur oldu diye artık onları dinlemiyor; ilk kitabıyla birlikte okumaya başladığı yazarı artık herkes tanıyor diye beyzade artık yeni kitaplarından zevk almıyor, hıh! İşte o hipster benim. Marifet değil ama öyle. Bir şeyi herkes beğeniyorsa iki ihtimal vardır: ya o şey genel zevke aittir, yani başka bir deyişle hayli yüzeyseldir, sabun köpüğüdür; veya sembolik/kapalı bir anlatıma/anlama sahiptir, herkes kendince bir şeylere yorar, kişiselleştirir, ya da Joyce’un Ulysses’idir (farkındayım, ihtimaller üç oldu). Bir keresinde Andy ile  Stephen Fry hakkında konuşuyorduk, malum, memleketlisi, benden daha iyi bilir, işte o zaman demişti ki Andy (Stephen Fry için) “psikolojik bir takıntısı var, asla kendi yaptıklarını tatmin edici bulmuyor..” – bunu teşhisi koyan bir doktor edasıyla, bilimsel bir bulguymuşçasına söylemişti. Bende de malesef kendim hakkında olmasa da, hatta şimdi fark ettiğim üzere pek de alakalı olmasa da, benzer (?) bir rahatsızlık var: ait olduğum kategorilere karşı bir yabancılık çekiyorum. Bunun -şimdiki uygulanabilirlikle- en tepedeki klasmanı olan insanlar için, işte “keşke uzaylılar gelse de bize hak ettiğimiz müdahalede bulunsa” diyorum, hatta bunun hikayesini yazmışlığım bile var (EST, “The Day The Aliens Took Over The World”), ama çok mu uzaylı-dostuyum? Yok canım, daha neler, elbette onlarda da var bizdekiler gibi pislikler. Mesela savaş suçları iki taraftaki işte böyle pislikler tarafından işlenir. Önemli olan eylem sonucunda mazlum olanlara üzülüp, eylemleri sonucunda zalim olanlara hiddetlenmek değil, yani, o da önemli ama kritik olan, koşullar elverse bile zalim olmayanlardan bir toplum oluşturmak. Öbür türlü, fil, insan, köpek, kedi, fare döngüsüne mahkumuz, hayır, bilgisayarda etkileşim koşulları tanımlayıp, (atomlar üzerinde) simülasyonlar yapan biriyim, oradan biliyorum, atomlarımız bile bu işe bu kadar batmış durumdayken, bireyleri siz düşünün.

Nerede kalmıştık? Sene 1954, Sicilya… Rapture. Herkesin kendi inancıdır, adam benim bunları yazdığım şu sırada, evinde ailesiyle oturup, ışığın onu almasını bekliyorsa, onun inancıdır, hem “kek” damgasını vurmadan önce, düşününce o kadar da dalga geçilecek bir şey olmadığı da görülebiliyor. Bu bilgisini kendine de saklayabilirdi, zira şimdi yarın sabah şayet yine yatağında uyanmış bulursa kendini, bütün dünya onunla dalga geçiyor olacak (bu arada, bahsettiğim kişi: Harold Camping) – ama eğer haklıysa, dünyada geride kalacak olanların ne dediği de umrunda olmayacak, böyle bir şey. İlla ki akla Arthur C. Clarke’nin “Tanrının 9 Milyar İsmi (The Nine Billion Names of God)” hikayesi geliyor. Orada asıl muhabbetin yanında, beklenen kıyamet gerçekleşmediğinde inananların inançlarının sarsılması bir yana, daha da güçlendiğinden dem vurulur, ki mantıksız olsa da, mantıklıdır aslında. Bir de şu ortaokul öyküsü vardır, hani kuraklık olmuş da, yağmur duası için köyün imamına / delisine gitmişler, o da “eğer gerçekten inanırsanız sağanak  yağmur yağdırırım, benimle öğlen şu tepede buluşun” demiş, ama yanına gittiklerinde “siz inanmıyorsunuz” demiş, “inanıyoruz, bla bla bla” diye cevap vermişler, bunun üzerine o da “inansaydınız yanınızda şemsiye getirirdiniz” demiş, vs. vs. Bengü geçen gün Steinbeck’in “The Winter of Our Discontent”ini bitirdi, orada da alakalı bir muhabbet vamış, ben hatırlamamıştım, işte oradaki karakterin teyzesi(giller) “rapture” (Hande, Türkçesi ney? Elflerin de başına gelen bu mu LOTR’da?) geliyor diye her şeylerini dağıtmış, dağa çıkmış beklemeye başlamışlar ama beklenen olmayınca, ertesi gün koşa koşa dönüp, giden eşyalardan kurtarabildiklerini toplamaya çalışmışlar.

Bugün pazar değil ama iyi pazarlar. Hani yarın olmazsa diye şimdiden diyeyim dedim (wishful thinking, ama hakikaten hak ediyoruz). En son CERN’deki lokal karadeliklerden ümitlenmiştim, şimdi bu var, seneye Aztek 2012 gribi, ümit fakirin ekmeği…

Ahir zamanlar, bu arada sevdiğim bir deyiş, kıyametten önceki son günlere verilen isim.


o sırada bizim kültürde anahtar kelimeler: Mevlana, Şeb-i Aruz, Vuslat

mesut bahtiyar simulasyon ya da işte öyle bir şey…

(Hani bir yıldız kayar da insan / Hani bir telaş duyar ya birden / İşte öyle bir şey)

-hala otoparkta beklemekte olan Marvin’e-

Birkaç şey, 1: (geek special). Evdeki bilgisayarınızdan açın terminali, okuldaki bilgisayarınıza SSH çekin, o terminalden de evdeki bilgisayarınıza girin, bir şeyler yapın, dosyaları kurcalayın, ‘touch’ this, touch that. Eve geri döndüğünüzde bir şeylerin kurcalanmış olduğunu görün, kendinizi sobeleyin. (Philip K. Dick – A Scanner Darkly)

2. Sims’i açın, oradaki karakter bilgisayarda oyun oynasın, oyunun detaylarını çok da net göremeyin, neye benziyor bilemeyin ama aslında o oyun da Sims olsun, o oyundaki küçük adam da oyun içinde oyun açsın, ama oynadığı oyun siz olun. (Neil Gaiman – A Game of You (başlıktan sadece), Zaphod de hhgttg)

3. Elinizi arkası yere değecek şekilde yere koyun. Üzerine sadece parmaklar dışarıda kalana değin toprak dökün, öyle ki sanki parmaklar aynı yere bağlı değillermiş gibi bir etki olsun, parmaklar birbirlerinden bağımsızlarmış gibi düşünsünler mesela, ayrı benliklere sahip olduklarını da, bir gezegende birey olduklarını da. (Half Life’da sizi bile bırakıp birbirleriyle dalaşmaya başlayan timsahımsı ve ötekimsi yaratıklar).

4. Elinizde hakiki olduğuna emin olduğunuz bir tablo olsun. (Çok sevdiğiniz) bir arkadaşınız o tabloyu çok seviyor; normalde derhal, sevgiyle hediye ederdiniz ama öte yandan tablonun sizin için manevi değeri var. Nihayet bir gün aklınıza bir çözüm geliyor – çok yetenekli bir ressama tablonun röprodüksiyonunu yaptırıyorsunuz, niyetiniz sizdeki aslı bir yere saklayıp, arkadaşınızı “birazcık” kandırarak olsa da, mutlu etmek. Aslı ile kopyasını almaya gittiğinizde, ressam sağ elinize aslını, sol elinize de resmin röprodüksiyonunu (TDK’dan baktım bu arada yazımına) veriyor. Tam arabanıza koyacakken resimleri ayağınız takılıyor, resimler düşüyor, karışıyor, hangisinin asıl olduğunu anlayamıyorsunuz. Sonra aklınıza bir ihtimal daha geliyor (ressamın yiyebileceği bir herze). Elinizde hakiki olduğuna emin olduğunuz bir yaşam olsun. Sonra bir gün bir simulasyon bunun eşdeğerini sunuyor. (Zhuangzi, Milattan Önce 3. yüzyıl).

Geçmişte şu andaki teknoloji, onun getirdiği rahatlıklar olmadan paşa paşa yaşadık çünkü böylesi bir şeyin varlığından haberdar değildik. Bir şeyin olabileceğini, olduğunu bilmek, onun olmadığı durumun kayıtsızlığını imkansız kılıyor. Şu anda bir gerçeğimiz varsa, bunu sanalın gerçekle -henüz- boy ölçüşecek duruma gelmemiş olmasına borçluyuz.

5. Bir simülatör insanlara istedikleri her şeyi veriyormuş ve bunu da yoğun-zaman denilen bir hızda yapıyormuş, öyle ki, simülatörde 1 hafta “yaşandığında”, gerçek hayatta sadece bir gün geçmiş oluyormuş. Simülatöre (“gerçek” zamanda) 2 yıl bağlı kalmak için, (“gerçek” zamanla) 1 yıl boyunca simülatör için ağır işlerde çalışmak gerekiyormuş. Ama 14 yıllık cennet vizesi için 1 yıl çalışmanın sonuçta lafı mı olur! Bir süre sonra insanlar simülatördeki dünyanın gerçek olduğunu, ağır çalıştıkları öbür dünyanın ise asıl simülasyon olduğunu çakmışlar (çünkü zorlukla geçirdikleri alem sayesinde cennet gibi gerçeğin değerini kavrayabiliyorlarmış). Bazıları ise hala tersini savunmaya devam ediyormuş. (EST, Jack and the Bean Stalk 3000)

İhtiyacımız olan: kişi başına (bu galaksi ölçeğinde bir sistemi simüle edebilecek seviyede) bir bilgisayar; yeterince yüksek bir sanal zaman / gerçek zaman oranı. İşte o zaman hiçbir şeyden emin olamadığımız o (mutlak?) nihai anarşinin hükmüne gireceğizdir.

Geçen Bölümün Özeti: Olay, A gerçeğinin içindeki B simülasyonunun içindeki C simülasyonu değil; olay, B simülasyonunun içindeki C simülasyonunun içindeki A simülasyonun içindeki B simülasyonu. Olay barizin kabulünden ibaret, kendine yeter, kendi içine sınırlı, hayli ekonomik ve pratik bir çözüm. Çok mu bilim kurgu, zorlama? Mandelbrot’la Koch’un selamı var, lolo lala bla.

Son nokta: “Simülasyon olduğunu anladığında rahat bir nefes aldı..”