[Jacob Holdt – Poor white couple in Florida]
- Tom Waits – I hope that I don’t fall in love with you (1973)
- Nicky Holland – I just don’t know what to do with myself (1997)
- Yazoo – Only You (1982)
- Shane MacGowan & Sinead O’Connor – Haunted (1995)
- Florence + the Machine – I’m not calling you a liar (2009)
- Mission of Burma – That’s when I reach for my revolver (1981)
- Daniel Lanois – Jolie Louise (1992)
- The 5th Dimension – (Last night) I didn’t get to sleep at all (1972)
- Skunk Anansie – Twisted (Everyday Hurts) (1996)
- Nik Kershaw – Wouldn’t it be good (1984)
- Yeah Yeah Yeahs – Modern Romance (2003)
- Neko Case (w/ Sook-Yin Lee) – Knock Loud (2007)
- Zero 7 – In the waiting line (2001)
- + Emre Sururi’den yorumlar, ahkamlar, karalamalar….
İndirmek için bu bağlantıyı takip ediniz / Please follow this link to proceed with download.
Canciğer kuzu sarması arkadaşım Georgina’yla bugünkü sohbetimizde ona programın listesini gönderdim, o da şu aşağıda okuyacağınız yorumda bulundu, bir kez daha çok sevdim canım arkadaşımı (bizim bir de onunla Boston (i.e., “More than a feeling”i söyleyen bıyıklı adamlar topluluğu) şarkılarının adlarını üzerine vaktiyle yaptığımız öldürücü bir analiz vardır):
First there is the acknowledgement that falling in love with this person is probably going to be the wrong thing to do, but having done so, the person in question is at odds and ends with him/herself putting the other person ahead of everything else (as if haunted). Finally, paranoia creeps in, cracks appear – is the other person lying? Absurd thoughts are keeping subject A up at night with the gun at close hand – conjures of terrible things subject B has (most definitely not) done and how the revolver will be the solution of it all. And then, it comes – the inevitable break-up! Another Modern romance dead. Subject A later sees subject B with another person and wishes he/she were in their shoes. Years go by, and thoughts of subject B still remain in subject A’s mind – will they ever come back?
İlgili bağlantılar, aklıma getirilenler:
- Tom Waits – I hope that I don’t fall in love with you / Cemal Süreya – Üzerinden Sevişmek
- Neko Case – Knock Loud / Charles Bukowski – don’t come round but if you do…
- Zero 7 – In the waiting line canlı performans [uzay boşluğunda kaybolmuş, ağla ağla ağlayorum, özdemir_asaf_gibi_demek_istedim]
- Yazoo – 25 yıl önce, 25 yıl sonra:
Söylemeyi unuttuğum şeyler ya da $izoSoru $izoCevap:
- Niye Nick Cave, the Smiths, Portishead, (the Cure, Sincerely El Cohen) yok? Bu adamlardan tabii ki tuttuğumu koyabilirdim (Cure’da artık Robert Smith’e kırgınım epey, Cohen de oyy oyy oyyy oldu benim için artık ya), ama onlara şöyle geniş geniş zaman ayırayım, ikişer üçer parçalarını çaldığım bir program hazırlayayım dedim (Nick Cave’in yorumuyla Disco 2000, Smiths’den illa ki I know it’s over, Portishead’den Magic Doors banko mesela).
- Arka planda çalan şarkı ne? Ne değil de, nereden, hangi filmden diyelim gerek ipucu gerekse cevap olarak. Geçen programınki (Yılın Listesi 2010) Inglorious Basterds’ın soundtrack’inden, Ennio Morricone – Rabbia E Tarantella idi bu arada.
- Ben baktım Youtube’e Zero 7’ın “öldürücü” yorumu için, yok öyle bir şey, bildiğin şarkı, eee? Ben de baktım link vereyim, o kadar versiyon arasında aramayın diye, hatta linki (http://www.youtube.com/watch?v=FwpZi2KkuwM) -dahi anlamında- de buldum ama kapı yok, gönderen kaldırmış. Bulursanız bana da haber verin bir zahmet, indireyim de bir daha kaybetmeyeyim (interneti yedekleyen arkadaşlara çağrımdır).
- Bengü niye hiç konuşmuyor? Aslında konuşuyor (biraz, “La meme histoire”ın nasıl telaffuz edildiğini örneklerken) ama haklısınız, o kadarcık konuşması bile duyulmuyor. Çok istiyorsanız, siz söyleyin, ben davet ettim, hayır da demedi ama olmadı niyeyse.
- Tebrik ediyoruz, ses seviyesi bir öncekinden bile daha inişli çıkışlı olmuş, Dee uyarmıştı halbuki, değil mi? Ne deseniz haklısınız. Bu seferlik affedin, bir daha olmayacak inşallah.
- Bir sonraki programın teması nedir? Gönlümden Chemical Brothers, Fatboy Slim, Groove Armada’lı böyle bup-tıs-bup-tıs’ı bol bir “top-ding-dız-dam-çong-cıs-tak” bölümü yapmak geçiyor, bir de 80ler var tabii ki.
bak hala daha konuşuyor!.. — Ayrıca Tindersticks, Morphine, Lou Reed, Joy Division, Tori Amos, Suicidal Tendencies, Belle and Sebastian, The Sundays (“Here’s where the story ends” listede mevcuttu ama süreyi kısaltırken çıkarmak zorunda kaldım malesef), Alanis Morissette (atsan atılmaz, satsan satılmaz, damgasını yedik bir kere “o” iki albümüyle), Bruce Springsteen (bilerek koymadım Patronu, tek şarkıyla çıkmasına kıyamadım, onu da şu Smiths’li programda dinleyeceğiz, güzel günler göreceğiz çocuklar! (River)),… bunlar da yok ama şu ama bu sebepten ötürü..
Kendime notlar #1: top-ding-dız-dam-çong-cıs-tak için: NIN (tabii ki!), Senser.
#2 Bir de bol distorşınlı, “jın jın dol dol” bölümü de yapılabilir tabii ki.
Başlıksız — Dinledigim yere kadar bir iki yorum yapayim cunku onumuzdeki bir hafta pek mumkun olmayacak galiba, onun icin unutmadan yazayim: 1)”musallat olmak” cok guzel bir karsilik 2)NX’in hangi bolumunu izlediniz? Ben de gecenlerde “Aurora Borealis”i izledim tekrar. 🙂 3)Bir sey daha vardi sankim ama unuttum. Su anda “(Last night) I didn’t get to sleep at all” caliyor. Tam damardan. Bu sarkidan sonra yatcam, sabahin korunde kalkmam lazim, uzun bir gun olacak.
life on mars, new orleans — I hope I don’t fall in love you, hiç beklenmedik bir anda öyle bir anda Life on Mars’ta başladı, malum sene 1973. O zamanlar şarkıdan haberim olsa da, ben “Heart of Saturday Night” ilk albüm zannediyordum, gittim çok bilirmiş gibi kontrol ettim, aldım ağzımın payını. (bu bir)
Bazı açılardan Zero 7’ın Sophie Barker’ı ne kadar da ne kadar da çok Life on Mars’ın Annie’si Liz White’a benziyor (iki)
NX — Hande, bizim izlediğimiz bölüm 5×13, “Mite Makes Right” idi. Aurora Borealis bölümü süperdir hakikaten. Ben bir de Chris’in ruh kardeşinin (Bernard?) olduğu bölümleri çok severim, bir de bir de Chris’in şu hormon salgılayıp kapısında kızların kuyruk olduğu bölümü.
(Last night) I didn’t get to sleep at all hakkında: işte, bu versiyondan önce bir başka versiyon vardı, orada 5th Dimension’la çok dalga geçmiştim, hem hipiliklerinden hem de şu şarkı adında parantez kullanımından dem vurmuş idim, sonra utandım kendimden, yeniden kayıt yaptım külliyen.
E-mail de yazacağım inşallah ama kolay gelsin Hande.
Ayşe’ye (lirikmetamorfoz) — Ayşe merhaba,
İzmir’den bağlanan görünce, hemen “Ayşe’dir mutlaka!” dedim, -eğer gerçekten de öyle ise- nasıl buldun, beğendin mi acaba? Bir de niye güncellenmez bir blog?
-aç parantez-
Vaktim yok, vaktim yok
Ruhi Bey, görüşelim
Vaktim yok görüşmeye kimseyle
Ruhi Bey
Kendimle bile, kendimle bile.
-kapa parantez-
EC,BRBN
top-ding-dız-dam-çong-cıs-tak — birinci yorum daha yokken (çok çok önceleri yani), sayfaya girip kanserojen şarkıları indirdim, ilk indiren bendim sanırım, çünkü daha o zamanlar (kimse kimsenin tavuğuna kış dememişti) yazoo’nun resimleri eklenmemişti, birinci yorumda yazılan sanatçıların niçin bu listede olmadığını merak ettikten sonra indirdiğim podcast’i telefona atıp (vakit geç olmuştu) uyumuştum.
şarkıları bugün gün boyunca fırsat buldukça dinledim ve pek beğendim. listede benim tanımadığım, tanımadığım derken adını bile duymadığım, bazı değerli müzisyenler (sanat adamları ya da kadınları) de var. müzik konusunda ön yargıları olan ama onları çabuk kırabilen bir özelliğe sahip olduğum gerçeğini bir önceki bölümün son şarkısı blindless’ı dinledikten sonra fark ettim. Daha önce, soğukkanlı olmanın videosu başlıklı yazıda the fall’ın parçasını dinleyip ilk dinlemede pek beğenememiştim, fakat blindless tüm ön yargılarımı yerle bir etti. ritmik ve müziksel bir farkındalık sağlaması açısından da pek bir güzel oluyor bu podcast’ler.
bir önceki bölümün müziği bir yerlerden tanıdık gelmiş ama bir türlü anımsayamamıştım bu girdide belirtmen çok güzel oldu. bu bölümün fon şarkısını buldum (tabii sorabilirdim de ama böyle daha heyecanlı oluyor:)) ama tamamını çalan bir video bulamadım. http://www.youtube.com/watch?v=lVv9UizEymY
bu programla 2 level birden atladığını fark ettim. yakında bol esprili ve gülme efektli podcast’ler dinleyebiliriz. o şiir okuyan kişilere yaklaşmaya çok az kalmış.
yazının sonundaki kitap linki için ayrıca teşekkür ederim. kitaplığa alınacak kitapları belirlemek için ara tatilde epey bir kitap karıştırdım ama o seriye rastlamamışım nasıl olduysa, tanıtım yazısı fena görünmüyor, o seriyi de bir inceleyeyim.
sonda ismimi duyunca şöyle bir sağa sola bakındığımı da söyleyeyim. bir sonraki bölümün olacağı sinyalleri verilmiş, umarım olur.
istabul’dan selamlar, saygılar… lar.. lar..
arkaplan sarkisi — Merhaba Seyfettin, bilahare detayli bir cevap yazarim ama tebrik etmek istedim, ben buyuk ihtimalle arka plan muzigini bilmesem bulamazdim. Benim kullandigim versiyon, Kar Wai Wong’un – “Happy Together” filmindendi. Film epey damardan ve oldurucudur: Kar Wai Wong’un daha hazmi kolay filmleri olan “Chunking Express” ve “In the mood for love” seyredilmeden (mesela) katiyen izlenmemelidir, hos seyrettikten sonra da izlenmemelidir, oyle bir aci saplanir kalir cunku (zaten Cuccurucu Palorma ile baslayan filmden ne beklersin?).
Yumeji’s Theme — Yönetmenin aşk zamanı filmini Ankara’da Maltepe Pazarı’ndan almıştım, o zamanlar divx yoktu, görüntü çok iyi değildi, ara ara donuyordu filan, çok zor koşullar altında izlemiştim. o filmdeki (http://www.youtube.com/watch?v=I0tMmsUEGOY)müziği çocuklar şiir okurken fon olarak açıp, gözlerimi kısarak uzaklara dalıyorum çoğu zaman. 🙂
2046’yı da izledim, diğer filmleri arşivimde olmasına rağmen henüz izlemedim. İngilizce’den başka bir dilin konuşulduğu filmleri izlemeye başlamadan önce akla karayı seçiyorum. Onların yerine izleyecek başka filmler bulup, her seferinde sonraya erteliyorum ama buradaki sıralamaya göre uygun bir zamanda izleyeceğim o filmleri de.
Tebrikler için teşekkür ederim. Ben bulmuş sayılmam aslında, teknolojinin yardımıyla oldu.
http://www.shazam.com/
8) — Çalışma arası çok çok güzel oldu senin seçtiğin kansorejenleri dinlemek
İçiniz iyice kıyılmıştır dediğin yerde (Florence and the machine’den hemen sonra) “of mükemmel” nidaları içindeydim içim kıyılmamıştı, hiç kıyılmadı, beyin ölümüm bikaç dinlemeden sonra mı gerçekleşir acaba?
Florence and the machine’i senin sayende dinlemeye başlamıştım hastası olarak, sonra yaban eller irlandasında heryerde çalındığını duyunca eşlik ettim şarkılarına, “Florence and the machine çok güzeldir, bilmeniz negzel” falan demişlerdi ecnebiler. Bu da böyle bir anımdır :p
Bir de ben Zero 7 ile “Garden State” izlerken tanışmıştım, o da pek güzel bir filmdir diye eklemek istiyorum.
Sevgiler, bu arada mailinize henüz cevap veremedim efendim, carole king’in albüm kapağının aynısını yapmaya çalışıyoruz kedimle, fakat henüz muvaffak olamadık ondan geç kaldık. Şaka bir yana draft halde duran bir mektubunuz var şu an, tamamlanacak yakında güzel güzel haberlerle. Çok öpüyorum sizi, esen kalın 8)
Özlem gidermenin yeni yolu : Cep Yayınları! — İtiraf ediyorum, “kanserojen şarkılar” deyince “slow”dan geçilmeyecek bir bölüm bekliyordum, ama baştan sona mutlu mesut dinlediğim benim açımdan çok hareketli bir bölüm oldu. (Gerçi, üstte söylendiği gibi beyin ölümüm gerçekleşmek üzere ve farkında değilim ya da tekrar tekrar dinleyince gerçekleşecek olabilir.)
Bu arada, bu bölümde normalizer’a pek ihtiyaç duymadık biz. Geçen bölümde çok yormuştu parçaların farklı ses düzeyinde oluşu. Bir şarkıyı duyamazken, başka bir şarkı başladığında ikimiz de sesi kısmak üzere kumandaya hamle ediveriyorduk, o derece… 🙂
Diğer hayranların ne der bilmiyorum ama, bana senin kendi sesin çok kısık geliyor. Mırıl mırıl konuşuyorsun zaten. Anlamakta zorlanıyorum bazen ne dediğini.
Hatırlatma : Tamam bu bir cep yayını ama, biz ailece kulaklık ile değil anfiden hoparlörle dinleyen bir kitleyiz.
Eline sağlık. Ben gerisini istiyorum valla bunların, ona göre.
The Unbearable Lightness of Sharing tabii ki — Emre merhaba, ikinci tekilleri aşarak yazıyorum ben de terfi mertebesinin mutluluğu olmalı, bloğu( kendime soru:bloğu cümle içinde oldu mu böyle) takip etsem de bir süredir ilkokul birinci sınıfı yeniden okumanın heyecanı ve yorgunluğu ile en fazla bakıp çıkabiliyorum ki buradaki seslenişi dahi görmemişim ve hatta dünkü habere kadar da bihaber ama bu arada Jeff Buckley’nin geç de olsa keşfi ( Kings of Convinience var ama Jeff Buckley daha baskın sanki) – Tom Waits usta ile var bir bağlantıları biryerlerden okuduğum kadarıyla- film izleme çabaları Barcelonaya gelme- turist olarak ve fakat kocanın iş gezisine müdahil olarak bir köşesinden- ihtimali ve sonra o ihtimalin bir anda yokoluşu şimdilik -ki öyle olsaydı sorardım ne yapmalı ne etmeli 3 güne sığdırmalı koca barcelonayı şeklinde sorular örneğin, Lucky’nin bitmeyen tiradından daha noktasız ve soluksuz bir metne doğru gidiyor bu yazı.
Bütün eksik kalan günleri okuyup sakin sakin yazabilirim bu arada farkettim lirikmetamorfozu ihmal ettim, diğer yaşamsal öğeler gibi, yazmak gibi ya da.
Giriş saçmalarından sonra; yine paragraf çözümlemesi mi yapmalı, evet paragraftan başlamalı.
Bu arada burayla ilgisi olmasa da La Fille Sur le Pont filmini de bir ayda 6. kez izleyerek ve Marianne Faithfull’un boğuk ama insana yaşıyor duygusunu güçlendiren filmde bıçak atma sahnesinde söylediği öldürücü ( kanserojeni kabul ediyorum, başka türlü açıklanmıyormuş sanırım- bu kısım daha sonra eklendi )) parçasını da anlamsız bir şekilde araya alıyorum.
22 Şubat için
Kanserojen tanımı güçlendirici anlamda biliyorum fakat başka bir tanımı olmalı sanki– şımartılmış benliğin yorumu abartması- parçaların şiir bağlantıları parçaları dinleme gereksinimi yarattı en kısa zamanda, Tom Waits ve Nik Kershaw dışındakilerle yeni tanışılacak.
19 Şubat için
Paris Je T’aime ve New York I Love You karşılaştırmalı filmleri- ki diğer tüm sonradan kopyalanıp Hollywood versiyonu çekilen Evropa filmleri gibi her orjinali daha başarılı. Ya da gereksiz bir Holywood düşmanlığı. Holiganlığa gerek yok zira Holywood versiyorunu daha iyi olan bir film varsa söyleyin bana!
Ocak günlükleri
İzmirde yaşadığını – hala öyle mi bilmiyorum- Maria Rita Epik’le müzik kursu sebebiyle görüşmüşlüğüm ve o sebeple de özgeçmişini okumuşluğum vardı. Hatırlamak sevindirici ve kendisiyle buralarda karşılaşmak. Filmlerin de izlemediklerimi yapılacaklar haneme kaydettim. Ama ben galiba bu aralar hep eskilerden izleyemediklerimi izlemişim. Film deyince de Buried geliyor aklıma yenilerden, bir tabut içinde bir cep telefonu ve bir çakmakla, yer yer anlamsızlıkları olsa da onca dar alanda birbuçuk saat oyuncu sıkılmasa da izleyiciyi son dakikaya kadar sürüklemek çok kolay olmasa gerek.
Alexa Hanım’ı da ben Defne için kaydettim bir kenara. Buralarda bulur mu ki, bir bakılır en azından.
Shelley Duvall’s Fairy Tale Theatre episodları var. Çocukluğumdan silik de olsa hatırlasam da
Yeniden izleyince bir anda oldukça geriye gidip heyecan yaptım. Defne aynı heyecanı paylaşmadı bizimle, oysa ben çocuklar gibi şendim. Tavsiye de eder miyim, ederim.
Jeff Buckley
Kings of Convinience
Koop
Cyndi Lauper – The Very Best Of 2009
Cafe Del Mar’lar
Atlanta Rhythm Section
Vanessa Paradis 2008 tur albümü, LaFilleSurLePont’tan aşırma, Türkiye’ye geleyazdı ve fakat politika müziğe engel, yüzkızartıcı suçlara dail edilebilir
Buffalo Springfield – Retrospective-The Best of albümü
Zor işmiş çetele çıkarmak, geriye dönüp bakmak hele,
Neyse filmler Synechdoche, New York ve La Fille Sur Le Pont zihnimi en derinden meşgul eden bir de tekrar izlenenler var. 105935.kez Conspiracy Theory örneğin…
Final şu sözlerledir şimdilik; “The Unbearable Lightness of Sharing” Paylaşmak güzeldir, Omo reklamını anımsatsa da…
İzmir’den yağmurlu ama bahara yaklaşmanın sevinciyle bir o kadar mutlu selamlar,
p(o)rogramafon — Seyfettin, hani demişsin ya, “program vesilesiyle bilmediğim adamları/kadınları (sanat bağyanları) tanıdım” diye (gibi), en çok ona sevindim, çünkü podcast’i(leri) hazırlarken ennn ilk amacım tam da oydu, çok sevindim.
Benim müzik konusundaki huylarıma gelecek olursak, yeni müziklere tamamıyla kapalıyım (şaka gibi gelse de, hakikaten öyle). Nadiren ilk karşılaşmada çarpışma olabiliyor (Neko Case gibi) ama genelde izlenen prosedür Küçük Prens’in tilkisinin anlattıklarından ve karşılıklı formlar doldurup kaçamak paslaşmalardan ibaret oluyor. Bir de illa ki yalnız olacağım o ilk dinleyişlerde. Buraya böyle açık açık yazıp da “adını koyunca” ayırdına vardım ki hakikaten gıcıkmışım yahu! Eskiden de, arkadaşlara gittiğimizde filan yanımda götürdüğüm müzikleri çalardım zati.
(Büyük) Bir istisna radyo programları ama. Onlar istediklerini çalsınlar, ben dinlerim, notumu da alırım. E, iyiymiş o zaman (hala umut var).
Fatih Erdoğan’ın serisini biz ailecek seviyoruz, Ece ezberinden okuyor, tavsiye ederiz biz de.
Bir de, bir sonraki bölümü 80lerden yapmaya karar verdim birkaç saat evvel, onu da resmen bu vesileyle duyurmuş olayım da, hazırlanmaya başlayayım (15 günlük periyot iyi bence)..
I remember (tu-tu) They had a swimming pool. — Öyle sevindim ki senden ses çıkınca (sevgili prs). Hakikaten merak içindeydim. -Bunu sanırım benzer minvalde evvelden kullanmıştım ama bir kez daha kullanacağım, memnuniyetle- işte öyle sevindim ki senden ses çıkınca, iyi ki de bu podcast’i hazırlamışım da vesile olmuş dedim, aferinledim kendimi (talk pudra).
Garden State iyidir, geçen yine baktım internete Zach Braff yeni (ikinci bir) film çekmiş mi diye ama hayır, tembel adam.
Sen söyleyince baktım ilgili mail’e, bana da Georgina’nın tavsiyelemesinden bir hafta sonra yetiştirmişim hemen sana Florence + the Machine’i. Geçen bir arkadaşla ayak-üstü Woody Allen muhabbeti yapıyorduk, Annie Hall’u hiç beğenmemiş, “aaa,” dedim, “favori woody allen’larımdandır, hele şöyle bir sahnesi vardır…” diye anlattım. Anlattığım sahnede şu: bunlar Annie Hall’la ayrılırlar, sonra ikisinin de sevdiği bir yönetmen vardır, işte onun ölüm haberini alırlar televizyondan, dayanamazlar, birbirlerini ararlar. Gerçi sonradan bu sahnenin Annie Hall’da değil de, Manhattan’da olabileceğini düşünmeye başladım, ama neyse.
İyi bir şey sonuçta insanın yeni bir şeyler öğrendikçe öğrendiği şeylerin onların da hoşuna gidebileceğini düşünmesini sağlayacak kadar iyi tanıdığını (düşündüğü) arkadaşları olması, dahası onların da gerçekten bu şeyleri beğenmeleri.
Kal sağlıcakla, Carole King’i hatırladım ama fotoğrafı gözümün önüne getiremedim, gittim işte eski mail’lerden buldum, mutlu oldum, huzur doldum.
¡”Esen kalın” tambien! 8)
Cep Yayınları hakikaten cuk oturmuş kraliçem. — (Böyle bazı kitaplarda olur ya, adam her bölümün ilk bilmemkaç kelimesini italik yazarak başlatır, ben de her seferinde, onların özel bir anlamı olduğu için öyle italik verildiğini sanırım kek gibi ama çot diye alakasız bir yerde kesilince anlarım aslında tek sebebin başta yer almaları olduğunu)
Beni mesut ettiniz, siz de olunuz c^anım kraliçem. Bir bilsen nasıl zorrrr şartlarda kayıt yapıyorum (=lepitopinin mikrofon girişi -sanırım- bozulmuş, o yüzden havadan ne kaparsa modunda entegre mikrofona eğilip hohluyorum, ama bir sonraki programı Bengü’nün ordenador’da (bilgisayarın İspanya İspanyolcası, “düzenleyici” anlamında, Latin Amerika’da ise “compudator” mu, ne diyorlarmış) hazırlamayı planlıyorum (hafızası yettiği yere kadar).
Sen iste yeter ki, büyük büyük zevkle. (Buraya özel bir şey yazacaktım sonra yazmadım, mailde yazarım, o zaman daha ne diye parantezi dolduruyorum – zaten şimdi de böyle kendi kendimle dalaşınca Emir’i özledim ben).
Teknik açıdan ilkinden daha başarılı bulduğunuza çok sevindim. Ya Dee, özledim fch’ı da sakinlerini de (bir cuma ansızın gelebilirim.. 8P )
Zaman kaybetmeden podcast yorumu — Tom Waits, Nicky Holland, Yazoo, Daniel Lanois, The 5th Dimension, Nik Kershaw ve de Zero7 keyifle dinlendi, listeye eklendi, arka plan müziğini de merak etmeyteyken zaten bilgi gelmiş parça hakkında. Bengü’ye de teşekkürler, gizli kahramanı programın.
Dün akşam Gökhan’ı beklerken bir türlü tamamını izleyemediğim July and Julia’da bloglarla ilgili kısmı günümüzde kişisel yayın araçları olarak bloglarla ilgili güzel mesajlar içermekte idi, onu gördüm. Ancak film yine bitirilmedi, dizi kıvamını aldı.
Yeni yayınları, bir zamanlar heyecanla beklemekte olduğumuz yılsonlarında yapılan en iyiler programları gibi bir heyecanla bekliyoruz sanırım.
Sabah Yazdım Sabah Oldu —
Fatih Erdoğan serisini tereddütsüz ekledim sepete. İnceleyip en çok beğendiğim seri –html test– Odtü Geliştirme Vakfı Öykü Dizisi’nin –html test– öykü kitapları. Elim boş gelmeyeyim düşüncesiyle, ben de bunları tavsiye edeyim. Bu seride epey bir kitap var ama ilgili sitede bunların hepsi listelenmemiş. Yine Odtü yayıncılığın, “Hedefimiz Matematik” serileri de oldukça iyi hazırlanmış.
Ben müzikte değil de filmde benzer şeyler yapıyordum. Arkadaşlarla film izleyeceğimiz zaman, kendimden gayet emin, bu film çok güzel, çok keyif alacaksınız filan deyip, filme başlıyorduk. Film bittiğinde ise pek iyi şeyler olmuyordu. Bir sonraki film izleme etkinliğinde, bu da diğer film gibiyse bir daha senin seçtiğin filmi izlemeyiz tehditlerinin ardından filmi izliyorduk ve benzer diyaloglar tekrar yaşanıyordu. Fakat bazı zamanlar beğendikleri halde beğenmediklerini söyledikleri de oluyordu. Çok iyi arkadaşlarım vardı yani. Özetle, aydın yalnızlığı çekiyordum o zamanlar, denilebilir :p
Programının amacına ulaşmasında bir rol oynamış olduğum için çok mutlu oldum. Bir sonraki programı sabırsızlıkla beklediğimi söylerken, (bu cümlenin devamını getiremedim.)
Seyfettin İstanbul’dan bildirdi.
Başlıksız — Programlarınızı keyifle dinliyorum. Özellikle 2.programınız çok iyi. Teşekkürler.
interpol iyidir =)
Yaşam başka yerde Ayşe. (Şaka, şaka) — Geç bir cevap oldu/oluyor, kusura bakma ne olur. Jeff Buckley’den çok şey bilmiyorum işte bir “Last Goodbye”, bir de LC’nin “Hallelujah”ının coverını ama bu ikisi de bir fili bile öldürmeye yeter sanırım (“sanırım” lafın gelişi).
Barselona çok güzel bir yerdi, Gaudi hakikaten coşmuş. Bir de İstanbul’u kaçırdım haliyle ama büyükşehirde deniz kıyısı olması ve o deniz kıyısından denize girilebilmesi harikulade bir duyguydu, beklenmedik bir sürprizdi. Ece orada geçirdiğimiz 4 gün boyunca (huysuzluktan) sürekli ağlamıştı, bir de öyle bir anımız var, bir de Ece ağlamaktan yorgun düşüp de Gaudi Park’ının oradaki kertenkele heykelinin/çeşmesinin altında bir 45 dakikalığına uyuyakaldığında Bengü’yle yediğimiz buz-dondurmaları hatırlarım daha başka pek çok şeyin yanı sıra. Bir dahaki sefere diyelim artık, Bilbao’ya gelseniz güzel olur belki de ama yine de Barselona (“c” ıle yazmıştım ki, yukarıda nasıl yazdığımı kontrol edip, düzelttim) ve Sevilla varken (Madrid’i güvenle es geçebilirsin, sahiden), Bilbao pek de cazip gelmeyebilir (insanı güzel ama hakikaten, bir de yaza doğru her akşam bir şeyin festivali/şenliği oluyor, bir de Guggenheim’la biz varız tabii ki, Guggenheim’ın da dışı içinden onnnnbin kat daha güzel (güzel mecmuası on bin yıl!)).
La fille sur le pont demişsin ya, Vanessa Paradis gizemli gibi gelir bana hep ama benim hem o dünyada hem bu dünyada adamım Daniel Auteuil’dür (dir? dır?). Ayazda bir yürek (Un coeur en hiver) beni ilk öldüren şeylerden biri olmuştur, lise sondaydım, İTÜ sinema günleri gibi bir vesilede, Gümüşsuyu’ndaki bir salonda, beyaz bir çarşafa yansıtıldığı şekilde seyretmiştim ilk olarak, sonra bir gün televizyonda (kanal 6) yakaladım, videoya kaydettim, internet yoktu o zamanlar, ondan sonra da kaç kez seyretmişliğimin sayısını unuttum. Bir keresinde de Bengü’yle sinemada yakalamıştık sanırım Ankara’da bir festivalde (ben o sıralar hala İstanbul’daydım ama o sırada Ankara’da mıydım, yoksa Bengü bensiz mi izlemişti, hatırlayamadım şimdi / Bu arada Bengü ile Ankara’daki ilk buluşmamızdı, 6. Gün’e gitmiştik (Auteuil oynuyordu yine). Bir sürü Auteil filmi seyrettik ama seyretmediklerimiz tabii ki daha da çok. Efeler buradayken yılbaşında, Auteuil muhabbeti açıldığında bana Le Placard‘dan bahsetti, inanamadım Auteuil’in komedide oynadığına (ki meğer varmış başka komedileri de). Filmi internetten buldum bulmasına ama Romanca dublajdı. Romanca dublaj bünyesinde iki anlamı barındırmakta: İzlediğin filmdeki karakterlerin konuştukları dilin Romanca olduğunu ve b) Bu dublajın arka planda gayet net bir şekilde duyulmakta olan orijinal seslendirmenin üzerine yapıldığını ve bütün diyalogların Romancada sadece bir tek kişi tarafından haber bülteni okur şekilde yapılmakta olduğunu. Marianne Faithfull beni korkutur hep. Bir de köprü, Fransız filmi demişsin (ve bir de Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği) ya, işte Les Amants du Pont-Neuf benim en mutlaka hakkını yiyor olmalıyım kategorimdeki filmlerden biridir – bu kadar insanın ne bulduğunu hala keşfedebilmiş değilimdir. Ben zaten Kieslowski’nin üçlemesinde de en az Mavi’yi severim (en çok Kırmızıyı ama Beyaz’ı da severim epey). Paris Je T’aime gerçekten kıyas kabul etmez ama NYI3>U’da başta Fatih Akın’ınki (Ressam) ve Joshua Marston’ınki (Yaşlı çift) olmak üzere, … sözümü geri aldım, bir tek o ikisi iyiydi yahu (ah bir de tatile gitmek isteyen genç bir çift vardı, o nasıldi ki…). Buna ek olarak Robin Wright (Penn midir hala acaba?) isterse iki saat boyunca bir köşede otursun, kitap okusun, film bundan ibaret olsun, söz vermeyeyim ama çoook büyük ihtimalle izlerim, en kötü ihtimalle de arka planda açarım, arada bakış atarım.
İzlenecek filmlerin arasına “The limits of control”u da atabilir misin bir zahmet? Benim bu aralar (ilk izlediğimden bu yana) tekrar izleyecek zamanım (ve sabrım) olamıyor malesef.
Cyndi Lauper True Colors’la True Blue’yu ezse idi, o zaman şimdi Madonna’ya mı özlem duyacaktım arada sırada, bilemiyorum.
Conspiracy Theory güzel filmdi Mel Gibson’ın aslında deli olmadığını ve Julia Roberts’a korkmanın yakıştığını düşündürten bir filmdi, benim benzer(???) bağlamda arzuladığım film “My Summer With Des”tir, 1988’de çıkmıştır, benim seyredişim 1999, Cine5, bir de 2000’de finallerin bitiminin gecesinde Emirlerde bir kez daha, o kadar. VHS’si olsa da, DVD’si hiç çıkmadı. Rachel Weisz’ı ilk görüşümdü.
Unbearable Lightness of Being, film olarak çekildiğinde, TRT, Ana Haber bülteninde duyurmuştu, çok iyi hatırlıyorum, bir de Pink Floyd yılların ardından Division Bells’i çıkardığında.
July and Julia’yı biz hiç beğenmemiştik ki özelde Amy Adams’a ve genelde Meryl Streep’e ailecek bayılsak da. Bir şeyler eksik kalmış ama sanırım bu Meryl Streep’in canlandırdığı karakterin -belki de- gerçek hayatta nobran bir Amerikalı olmasında yatmaktadır (örnek için bkz. Paris Je T’aime’deki Amerikalı tombul teyzenin parçası).
Sağlıcakla kal Ayşe, görüşmek üzere. Az sonra bu yorumu yollayıp, lirikmetamorfoz’a gidip, Synecdoche, New York girişine bir yorum yazacağım, geçen gün dank eden bir şey hakkında..
Merhaba Engin! — “Programlarınızı keyifle dinliyorum.” demişsiniz ya, işte bu çok ilginç geldi, yani bir anda DJ sıfatı kazanmış gibi oldum, itiraf edeyim daha önce hiç bu anlamda düşünmemiştim Engin. Sonuçta, programlar hakkında yorumda bulunanlar programları program oluşlarından çok, benim hazırlamış olduğumdan dolayı dinlemiş arkadaşlardı, sizden gelen yorum beklenmedik ve başka bir güzellikte oldu. Daha evvelden blogu takip ediyor muydunuz, yoksa tesadüfi bir arama sonucunda mı rastlaştık acaba, bir de onu yazarsanız çok sevinirim.
Siteniz çok güzel bu arada – çizimler büyü gibi.
Yansımalar ya da yanılsamalar vs vs… — 80’leri telefonumdan dinlerken( ilk yorumu yazdıktan sonra) adımın geçtiğini farkedip -Cindy Lauper vs Madonna- biz yazışma olduğunun ayrımına varınca geri dönüp baktım yorumlara, şimdi okuyorum yani- okuyacağım daha doğru olur, okudum, birkaç şey yazmak gereği hissettim. İzlenecekler notlarımı aldım, Keislowski’nin 3 renginden Mavi’yi festivalde izlemişliğim vardı, sonra merak edip diğerlerini de biryerlerden bulup izlediğimi hatırlıyorum. İzmir’İn festivalleri Ankara ve İstanbul festivallerini – ki o zamanlar İstanbul Film Festivali’nin kataloğlarını alır alır- parasızlıktan gidemezdim, ne hayal kurmuşum öğrenci haliyle sen kalk istanbula git festival izlemeye- İzmir’de bir zamanlar 90’lardan bahsediyorum bir festivalimiz vardı ya da Fransız Kültür Merkezi’nin Cinemateque gösterimlerinden de faydalanmışlığımız ve hatta Gökhan’la oralarda tanıştığımız da bir gerçektir. Ve fakat o zaman izlediğimdeki bakış açımla şimdiki arasında sanırım oldukça fark var. Olmalı zaten bana göre. Fransız filmlerini her daim sevmişimdir Fransızcayı sevmekten kaynaklı olabilir. O yüzden Amerikan sinemasına karşı (bazı bağımsız filmler bunun dışında kalabilir) 1-0 öndedir benim için her zaman.
Julie&Julia’ya gelince filmden sonra çok ilginç bir şekilde yemek yapmak konusunda inanılmaz ilhamlar gelmeye başladı ve Gökhan bundan çok memnun tabii, ben de kendime şaşırdım. Filme konu olan Julia Child denen Amerikalı hanımefendiyi araştırdım, ünlü kitabını buldum, yaptığı programları buldum, eski de olsa konu şudur ki, eşinden gördüğü ilginç destekle oldukça cesur girişimlerde bulunmuş, sevgili eşi de bol bol yemek yemiş ama bir gram kilo almamış. Bla bla bla….
Gökhan’In İspanya olmasa da Barcelona izlenimleri beklediğimden çok iyi- Paris’le yıldızı barışmayan kendileri Barcelona’yı öve öve bitiremiyor. Ailecek bir plan için fırsat kollamaktayım anlatılanlardan sonra. Madrid ‘le ilgili önyargılarım Los Lunes Al Sol filmiyle başlamıştı, devam edecek gibi görünüyor.
Madonna gerçeği yadsınamaz tabii, hem müzik hem de zamanı yakalama anlamında, yine de Cindy’nin o ince tondan sesini severim ben.
Synecdoc yorumunu okuyamadım çünkü mahkeme kararıyla “Yasak” da anlamadım kendi yazılarımı neden göremiyorum o da mı yasak ? Sanırım biraz üzerinde çalışmam gerekecek. Okuyamadım sonuç olarak. Daha pek çok şey var, onları da bir sonraki yoruma,
Kalın sağlıcakla,