Doğum günüm maddelerim

evet, ayyynen öyle:

  1. Hemen her eski Doğu Bloğu ülkesi insanını sevsem de Polonyalıları daha bir seviyorum (onları Çekler ve Macarlar takip ediyor, en son Romanyalılar geliyor ama onları da seviyorum tabii ki! (only slightly, only slightly less than I used to, my love…))
  2. Balık etinden biraz hallice bayanları ayrıca seviyorum. (şimdi bunu okuyunca “bu adam niye böyle bir şey yazdı, manyadı mı, kulağına yoksa o gün nehir suyu mu kaçtı?” filan diyecekler için, alaka kuracaklar için, geliyor: koca bir aşk olsun! yok, hakikaten ne kötü bir niyetim, ne gizli bir hedefim, aklıma geldi öylesine, yok içimde kötülük – çok sevimli ve tatlı buluyorum genellikle de yazacaktım, böyle tek tipleştiririm, kırıcı olurum filan diye yazmadım)
  3. Saniye kadrajı sürekli hareket halinde olan (yani böyle tık tık atlamadan vrrrrrnnn diye dönüveren) saatleri severim bir de mesela.
  4. Konik ahşap büyük düğmelerle onların takılı olduğu paltoları (çoban mı deniyordu, gocuk mu, böyle burberry havası vardır içindeki astar ekosedir filan çoğunlukla. (resim aradım, en yakın sonuçlara “çoban düğme” diyerek ulaştım ama tam aklımdakilerden olmadığından koymuyorum buraya, hani bunların ilikleri de böyle deri kayıştandır, öyle kocaman düğmeleri diyorum)
  5. Berberlerin sıcak, insanı her nasılsa evinde gibi hissettirip gevşeten kokusu (özellikle de yüzünüzde ılık havluyla nerede olduğunuzu bir anlığına unuttuğunuzda, öyle dorothy gibi)
  6. Filmlerde kahramanlar bir yerden uzak bir yere giderken, harita üzerinde bunların çizgilerin artması ve bir köşede de bunların giderlerken görüntülenmesi (mesela Indiana Jones’larda vardır bundan).
  7. Musluk sularının içilebilir olmaları.
  8. Mikrodalgada mısır patlatıp da akımı kestikten sonra (yani çalışmasını durdurduktan sonra demek istiyorum), mısırların birbirlerini patlatmaya devam etmeleri.

işte bu küçük liste de kendi kendime doğum günü hediyemdi, iyi ki doğmuşum, lay lay lom! Yatayım ben artık, yarın yine 9’dan 19.00’a ders var, seminers vars, şaka gibi (ama değil).

Bengü ile Fransa Çıkartmamız Sırasında Çekilmiş Bir Resim.
Bengü’yle Fransa’da çekilmiş bir resmimiz
(bu arada ne çok severim Vivement Dimenche’ı! anısı bile vardır)

Yağmur yağıyor seller akıyor ya da ulusal şöhret.

Resme bakıp da, doğal olarak panik olacaklar için en baştan iki şeyi belirteyim:

  1. Resimde de, sonrasında da yüzüm gülüyordu, hala da baktıkça gülüyorum.
  2. Ertesi öğlen Paris’e giden uçakta, onu takip eden günde de Disneyland’de idim.

Yani, all’s well that ends well (iyi biten her şey iyidir) hayat felsefem hala hüküm sürmektedir (çok şükür).

Şimdi gelelim maceramıza:

Klasik başlangıcımızla, bildiğiniz/bilmediğiniz üzere, İspanya’ya Aralık ayında (bu ay isimlerine özel isim muamelesi yapmayı da İngrişlerden-Amerikalılardan öğrendim, yoksa biliyorum, yok bizim meşrebimizde, kusura bakmayın, el alışkanlığı işte) Bengü ve Ece yanımda olmadan, tek başıma geldim. Normalde ev bakarken Bengü iyice bakar mimar oluşundan, ışığın doğudan yükseldiğini, taşın sert olduğunu, suyun insanı boğup, ateşin yaktığını o daha iyi bilir. Ben işte Bilbao sokaklarında bir başıma ev bakarken bana iki şey söylemişti: “Ev bol ışık alsın, giriş kat olmasın (mümkünse)”. Ben de iki banyolu, süper düper mobilyalı, internet telefon televizyon duvarlara entegre 5.1 ses sistemi hazır oluşuna kanıp, “biraz” loş ve zemin katta olan bu evi tuttum. Ev sahipleri bizimle yaşıt bir çiftti, eczacılarmış, 3 ay önce evi baştan aşağı yaptırmışlar, yeni mobilyalar döşemişler, ama sonra güneyde bir yerde eczane açma fırsatı yakalayınca apar topar gitmek durumunda kalmışlar (eczane işi Türkiye’deki gibi, her istediğiniz noktaya açamıyorsunuz, kota var – Türkiye’de de öyleydi, değil mi bu arada?).

İki sene evvel evlerini su (sel) basmış, o vesileyle yenilemişler bütün eşyaları ve dahi evi, duvarları filan. Ama nehir yatağını genişletmişler, hala da çalışıyorlardı, ben de şahidim belediye ekipleri. Yani sorduğum hiç kimse ihtimal vermiyordu.

İşte sonra yağmur yağmaya başladı. Olası bir su baskınına karşı alarma geçirildi, her yana gözcü diktiler, kapıların önüne kum torbalarından siper yaptılar. Biz de bir buçuk ay önceden Fransa biletlerimizi almışız, işte 4 gün Paris + Disneyland, oradan bir hafta Nancy’de yaz okulu, seminer meminer, oradan da Lyon üzerinden 3 gün Cenevre Efeleri ziyaret.. Bavul topluyoruz. Dışarıda da nehir (Gobela Nehri) seviyesi giderek yükseliyor, işte elektronik eşyayı vesaireyi koltukların üzerine koymuşuz bir de.

Ah, bu arada, bir gün öncesinde (salı), bir tanıdığın tanıdığı kiralık oturduğu evden çıkmayı planlıyormuş, onun evine bakıp, olur demişiz onun ev sahibine de böyle kiracı swapping (siz Türkler nasıl diyoğ..) uyarsa, biz geçmek isteriz demişiz (bile). Zira evdeki rutubet öldürüyor, böyle Avatar’daki dünyanın benzeri bir ekosistemi paylaşıyoruz küf arkadaşlarla.

Neyse, sonra kapı çaldı, komşular toplanmış, itfaiyeciler (İspanyolcası Los Bomberos!) dedi, “hazırlanın, eşyayı yükseğe koyun, boşaltıyoruz, sizi de civarın en lüks hoteline götüreceğiz”. Şimdi İspanya da diğer birçok Avrupa ülkesi gibi ekonomik krizde ya, işte o Bask Ülkesi’nde yalan – amcalar bolluk içinde yüzüyorlar (Allah arttırsın), para çok yani. Zaten geçen sefer sel bastığında da -anladığımız kadarıyla- kum gibi para aktarmasında bulunmuşlar da, ev o şekil yeniden yapılanmış. Sağolsun, sevgili Carmen gündüz vakti arayıp bizi davet etmişti, o yüzden dedik ki, “yok, otele gerek yok, zaten yarın uçuyoruz Fransa’ya, bu akşam da arkadaşta kalırız”. Yalnız olası maksimum seviye sorduk, belli olmaz, dolapların üstüne koyun deyince onlar, eh işte o zaman deyim yerindeyse biraz “tırstık abicim”. İşte zaten iki bavul hazırlamıştık, bir bavula da alt çekmeceleri boca ettik böyle panik panik. Ben böyle yazınca on dakika gibi geliyor ama bir buçuk saat sürmüştür herhalde. İşte televizyonu, yatakları filan üst kattaki komşu teyzeye götürdü aslan bomberoslar, bir de 10 dakikada bir “artık çıkmamız lazım” diyorlar, ama Türküz biz (Bengü’nün “selde ilk kurtarılacaklar” bavulundan mandallar çıktı).

Nihayet hemen her şeyi böyle derleyip topladıktan sonra, tamam, çıkabiliriz dedik, aslan bomberoslar atlayın sırtımıza dediler, dedim “Şaka mı yapırsen?” (İspanyolca konuşmam herhalde Azeri ağzıyla Türkçe konuşmaya benziyordur, bu ihtimale de göndermede bulunmak istedim) ama aslan bombero “haydi zıp!” dedi ve ben 33 yaşımda, o gün çocuklar gibi şen bir şekilde, atladım bombero’nun sırtına, öyle de kelle gibi güle güle neşeden, işte dışarıda bizi bekleyen kameraman ve fotoğrafçılardan mürekkep medya ordusuna yakalandım (toplam 11 kişi tahliye edilmiş, üçünü biz oluşturuyoruz zati, e en son da çıkınca, öyle sırtta taşınınca, banko basın oluyor haliyle). Bizi evin köşesindeki garajın oraya götürdüler, bavullarımız bizden önce gitmişti zaten, taksi çağırdılar, bekliyoruz taksiyi, baktım benim cüzdan yok, haydi dön geri eve, suların içinden çıktım eve girdim, itfaiyeciler son hazırlıkları yapıyorlar, işte elektrik melektrik, şaşırdılar tabii beni görünce, “bir tur daha istiyorum!” demek istedim ama İspanyolcam kifayetsiz kaldı ne yazık ki, onun yerine, “cüzdanımı unutmuşum” dedim, masanın üzerinde buldum neyse ki az bir aramadan sonra, geri garaja gittim. Bu sefer de Bengü demez mi ki “Ben de cüzdanımı bulamıyorum” diye, haydi koş fiş. Adamlar beni yine karşılarında görünce şaşırdılar ama ben “diğer cüzdanı arıyorum” deyince ya demişlerdir ki “ya bu adamın kaç parası var allasen?” ya da üzülmüşlerdir “stresten çizdi bu, zaten sırtımda da keh keh gülüyordu garip..”. Bulamadım Bengü’nün cüzdanını ama Bengü çantalardan birine atmış olabileceğini söylemişti, ona güvenip, bindik taksiye, Carmen’in evine gittik, o da sağolsun, kapılarını açtı bize.

İlk olarak havayolu şirketini (Iberia, yani öyle Ryanair filan değil) aradık (Carmen aradı bizim için), dedik böyle böyle sel felaketi, biletleri akşama çekebilir misiniz, onlar da sağolsunlar, aaa, tabii dediler, üçümüzün gidiş-dönüş toplam 650EUR olan biletlerimiz için, kişi başı ek 310EUR hediye istediler, biz de dedik, sen kapat, ben seni ararım, sana yazmasın. Orada iki saat boyunca bir de bütün bavullarda Bengü’nün cüzdanını aradık, takdir edersiniz ki, kimlikler uluslararası ulaşımda kritik bir rol oynamakta. Yani her şey eksik olsun, kimlikler bizimle olsun (biletler e-bilet olduğundan onlar bile olmayabilir). Yani buraya bir satır sonuna denk geldiğinden etkisini tam veremem, sonuçta cüzdan en dip bavulun en dip koşesinden çıktı ama o iki saati ben bilirim (iki üstteki paragrafın sonunda bahsi geçen “acil durum mandalları”nı da bu arayışlar içinde bulduk, aman bir sevindik bir sevindik öyle elimize gelince bavulun içinde!).

Sevgili Carmen’le Gürerler vasıtasıyla tanıştık, dünya tatlısı bir insan, Türkiye’de uzun yıllar kalmış, zaten resmi olarak da Türkiye Fahri Konsolosu. Böyle olunca, “Sel felaketinden kaçan vatandaşlarımız Fahri Büyükelçiliğimize sığındı” şeklinde cümleler kurup gecenin bir vakti daha da bir gülmemiz kaçınılmaz oldu. Özetle o sırtta taşınmadan itibaren, neşemiz hep yerinde idi. Hani böyle filmlerde hep derler ya, “esas, korktuğumuz korkunun kendisidir, bir şeyin olma ihtimalinden o şeyin olma halinden daha çok korkarız, fear is the mind killer, Leto will be a huge worm, ew disgusting…” filan, hep doğru Muaddib Efendi.

Çok şükür ucuz atlattık, yani Fransa’ya bir gün evvel gitmiş olsaydık, çok çok vahim olacaktı.

Uçuşumuz ertesi gün saat 12.10’da idi (öğlen). Gece yağmur durmuş olduğundan, sabah bizim evin yakınında oturan bir arkadaşı aradık, evin erişilebilirliğini (zıt kontrast) kontrol etmesini rica ettik, o da hayli erişilebilir bulunca, uğradık eve, su ancak 2 santim filan yükselmiş ama işte dolapların altı, kapılar mapılar şişmiş, e parke yer de onları takip edecektir. Biz orada iken ev sahibi de geldi, işte geçmiş olsunlaştık, dedik biz 12 gün yokuz, o da ben yaptırırım buraları dedi, tam konuşamadık, ama öyle işte bir şeyler. Evden pasaportları aldık (iyi ki de almışız — Hollanda’da iken Schengen arası bir oturma izni yetiyordu ama burada pasaportu da sordular, aklınızda bulunsun). Nerea da mesaj atmıştı, meşhur olmuşunuz, El Correo’da (ulusal gazete) resminiz çıkmış tam sayfa diye, El Correo aldık havaalanından, hakikaten tam sayfa, orada da tabii gülücükler saçan bir manyak rolündeyim, bilmiyorum ki bu foto editörleri ne iş yapar, güzelim aç bir photoshop’ı, smear tool’u seç, bük dudaklarımın ucunu, indir kaşımın ortasını, al sana üzgün ifade, öyle gelişine basılmaz ki. Neyse, zaten eve dönünce (hangi eve dediğinizi duyar gibiyim sevgili çocuklar..) scan edeceğim (Türkçe dostları burayı lütfen ‘tarayacağım’ diye okusunlar), çevirisini de koyacağım yanına o sayfanın. İşte o resimleri gördükçe gülesim geliyor, hep diyorum, “Hollanda’da Edi başımı okşadı, İspanya’da itfaiyeciler beni sırtında taşıdı, daha ben ne isteyeyim?” — Bir de bir de, bu girişte gördüğünüz resmi de, bizzat El Correo’nun galerisinden aldım, http://www.elcorreo.com/vizcaya/multimedia/fotos/ultimos/58154-lluvias-provocan-desbordamiento-algunos-rios-vizcaya-0.html adresine gidiniz, oradaki 21. resim olması lazım.

İşte böyle ey kari! Disneyland maceralarımı da artık bir ara yazarım, Paris güzelmiş ayrıca bu Fransızların çok günahını almışız, yok efendim, bunlar İngilizce bilir ama konuşmazlar, gıcıklar, ayıp, ayıp, hiç öyle olmadı, hepsi canla başla İngilizce bize yardım ettiler, biz mahçup olduk (ha askeri kıyafet içinde birini görünce “şaka geçiyor” diyor muyum, oxymoron diyor muyum, diyorum ama bunlar da biter bir gün. Hem Belçikalılar varken, ne kadar ayıp Fransızlara yüklenmek, ayıp bana ayıp bana. Bir de Fransa gezimizin ortasında o katlanır metro koltuğunu harş! diye indirip de cebimdeki fotoğraf makinesinin ekranını kıran Hintli arkadaş! Buradan sana diyorum, Ahmet Vardar’a söyletme beni!)

İki Alıntı

İkisi de Miranda July’dan olacaktı, biri “It Was Romance”, diğeri de “Birthmark”tan idi. İlki fazla mahrem (intimate), ikincisi de bir kere okumuşluk olmayınca anlatacağım şeyler tarafından spoil (mundar) edileceğinden ötürü vazgeçtim.

Miranda July’ın bu derlemesi (No One Belongs Here More Than You) ile Jonathan Ames’in kitabı (I Pass Like Night) “başucu kitaplarım”ın arasında her daim yerlerini korurlar, sıklıkla dönerim onlara, güzelliklerinin tadına varırım.

Miranda July’ı Hande İngiltere’den (York) getirmişti, Jonathan Ames’i de Bayram Hoca Amerika’dan (Minnesota).

İyi kitaplar iyi arkadaşlar.

Bir de, çok alakasız olacak ama, salı günü yemekhanede birini benzettim, ertesi gün yine gördüm, perşembe son bir kez daha. Sonrasında Julen’e de alıntıladığım üzere, bu aklıma pek çok şeyin yanısıra, High Fidelity’den de şunu getirdi:
“Did I listen to pop music because I was miserable – or was I miserable because I listened to pop music?”

Julen bu haftasonu High-Fidelity seyredecek ilk defa. Pazartesi getirecek, ben de seyredeceğim artık bilmiyorum kaçıncı kere. Dün ve evvelsi gün çok fena halde (bilmezsiniz siz ne kadar fena halde olabileceğini ya da Nik Kershaw – Wouldn’t it be good..) Ayazda Bir Yürek (Un coeur en hiver) seyredesim vardı, bugün yokladım şöyle bir kendimi, geçmiş gibi.

Sahi, ne güzel demişti şair,
ısmarlama serserilikler yaşardık
kimselere bir şey demeden kaçıp gitmeler gibi
sokaklarda sabahlamak, parklarda yatmak
yabancıları mahalleye sokmamak gibi
Ve bir gün gideceğimiz Amerika vardı
herkesin bir Amerika’sı vardı o zamanlar
herkes gece istasyonlarında
kendi Amerika’sını arardı

diye, peki, sen anımsıyor musun?

illa söylemek gerekirse, Murathan Mungan, Avara tabii ki.
sururi over, wory zover..

Fermi Paradox

Fermi Paradoksu’nun (yani neden ileri bir medeniyetin bizlerle halen bağlantı kurmamış olduğunun) yanıtını az evvel buldum. İlla ki sanal aleme yenik düşme. Yani bir medeniyet yükselip de uzayda mesaj gönderebilecek seviyeye (ama biyolojik ama teknolojik ama sanatsal, sonuncusunda dalga geçiyorum, pun var, atlamayınız keh keh 8) geldikten az sonra (siz deyin 50 ben diyeyim 150 yıl bizim standartlarımızda), sanallaştırmayı efektif bir biçimde başarıyor (yani gerçek hayattan ayırt edilemeyecek şekilde), “eh bu kadar kastım, biraz daha kasayım, enerji sorunumu da çözeyim, zaten minimal gereksinimde olacağım” deyip, enerjiyi de kendine yeter / kendini çekip çevirebilir, yenilenebilir (sustainable) hale getirdikten sonra, giriyor sanallaştırma kabinlerine, düdülerine artık her neyse, işte ona, ister kendini galaksinin hakimi ilan ediyor, ister bütün önceki bilgisini formatlayıp yeni bir şeylere başlıyor, işte orada GOSUB WITHOUT RETURN modu başlıyor. Kendilerini de sağlama almak için mümkün mertebe görünmez/bulunmaz kılıyorlar (iç mihrak/dış mihrak), ondan sonra da vur patlasın, çal oynasın, kim kime dum duma. Budur arkadaşlar, sağ olun, var olun.

Darısı başımıza.

Hamiş: Enerji kadar gerekli olmasa da, yine de üremenin yani soyunu devam ettirebilmenin de sustainable olması iyi olacaktır, sonra demedi demeyin. Bir de tabii orada galaksilere hükmederken, burada aslanlar ya da fareler (kulağınızı yerken tükürüklerindeki bir salgıyla uyuşturuyorlarmış, hiç uyanmıyormuşsunuz bile) tarafından yenmek de var kaderde ama enerjiyi halleden kişi elbet bir sinkov, askov, farkov da icat edecektir, etmelidir, etmemişse bir bakıma hak etmiştir zaten.

Bir de beyin overdrive mevhumu var ki ona da sonra (yalan) değineceğim. Bir programı çalıştırdığınızda kendi başına işlem yapması 10 dakika sürüyorsa, siz ona düzenli olarak ekrana rapor verme rutinleri ekleyin de görün bakın nasıl artık 1 saatte ancak yapabildiğini az evvelki 10 dakikalık işi. İşte, düşüncem odur ki, siz duyuları atlayıp, beyne doğrudan I/O (giriş/çıkış) çalışabilmeyi başarabilirseniz, o da size mesela şimdi 1000 yılda yaşadığınız hadiseleri duvar saati ile 10 saniyede yaşamanızı sağlayabilir. Böylelikle bir nevi ölümsüzlük ya da yeniden doldurulabilir piller / hard diskler gibi olursunuz (yeniden doldurulabilir pillerin genelde 1000 dolumluk mu ne ömürleri var, keza hard disklere de ancak belirli bir sayıda yazılabiliyor ama piller bu kotayı doldurana kadar kayboluyorlar, hard diskler de o limite ulaşana kadar kapasite açısından pek güdük kalıyorlar, sonuçta dibini göremiyorsunuz).
Eh onu da becerince, hangi ırk, hangi medeniyet olursa olsun, bizde iki nesil geçene kadar kırk kere ascension’a geçerler.

Özetle, buyrun size Sururi önermesi:
Bir medeniyetin enerjinin sürdürülebilirliğini ve algı açısından gerçekle eşdeğer sanallaştırma teknolojisini bulması, onun kısa zamanda dışındaki olaylara ilgisini tamamıyla kaybetmesine yol açacaktır (nokta)