teknolojik ilerlemeye son lütfen.

[Yasal uyarı : Derlenmemiş, düzenlenmemiş, karman çorman bir bilinç akış salatasıdır, çiğdir, ileride “ben taa o zamanlardan demiştim” diyebilmek için gönderildiğinden şüphe edilmektedir]

Kendime ait bir müzik zevkim olabileceğini fark ettiğimde ilk okuldaydım. O zamanlardaki çift kaset çalarımı gerek arkadaşlarımdan aldığım kasetleri kopyalamak, gerek hoparlörleri LINE IN girişine bağlayıp akabinde televizyondaki müzik programına doğrultmak ve radyoda şarkı yakalamak (hak verirsiniz ki, o zamanlar (sene ’85-’86) televizyon, radyodan daha istikrarlıydı) için sıklıkla kullanıyor olsam da (o zamanlardaki çift kaset çalarımı), bu küçük kazanımlar yine de, her yapılan ödemeyi (dışarıda yemek, harçlık, okul taksitleri, kıyafet) kafamda kaset adedi ile kavramama engel olmuyordu. 1995 miydi, 96 mı, İdris’e mp3’ün ne demek olduğunu sormuştum. Patronun SCSI 2x cd yazıcısı vardı 1999 yılında, gecede 3/4 cd yazardım, Ankara’dan mp3 dolu bir sürü CD ile dönmüştüm, bahtiyardım.

Yine ben çocukken, Alfa yayınları vardı (Alfa’ydı, değil mi?), Örümcek Adam ve Conan basardı, ben onları okurdum, babam Karaca(?) yayınlarının bastığı Zagor, Mister No, Atlantis, Ken Parker (Alaska) maceralarını. Örümcek Adam’da özellikle, bir sürü orijinal sayıyı birleştirirler, devasa kitapçıklar halinde basarlardı. Siyah-beyaz olurdu, biri aydıngeri dayayıp çiniyle üstünden geçmiş gibiydi (yazıya başladığımdan beri ilgili şahsiyetin adını hatırlamaya çalışıyorum, beceremedim, Yüzbaşı Volkan anahtar kelimesiyle internet alemine dalacağım, görüşmek üzere .. döndüm ben, Ali Recan). Hem doyurucu olurlardı, hem de fiyatı makul olurdu (efordıbıl). ODTÜ’deki ilk kışım (2001), dışarısı bembeyaz, ben asistan asistan (vasistan?) lab 218’imde oturuyorum, çayımı Arçelik Tiryaki’de demlemişim, hiç kapanmayan p218b bilgisayarım DC++’dan .cbr, .cbz ne varsa indiriyor bünyeye, çizgi romanlar, okuyucular ve ben, mesudum. (İleride ağabeyim bana laptop alacak, o laptop’u kitap gibi dikine tutup, servis gidiş gelişlerimde Sandman, Watchmen, V for Vendatta, Preacher, Hellraiser ve Frank Miller’ın Batman’leri ile Sin City’leri özümseyeceğim.)

Ve filmler. ve filmler. Ulaş sayesinde Barış ve Levent’le gece mesaisi yapıp, bir gecede 150 filmi çektiğimizi bilirim (“film çekmek” dedim ya! 8)..

Kitaplar kolaydı, kütüphaneler hep vardı ne de olsa, ama kütüphanenin olmadığı, kütüphanede olmadığı vakitlerde de Nina’cığıma (Nokia 770’im) yüklediğim e-kitaplar (tercümesi OCRlenmiş, tercihen HTML kitap dökümleri) yetişti imdadıma.

Google “dilimin ucundaki şeyler”de, Wikipedia “acep ne ki ve nereden nereye nasıl?” soru(n)larımda beni kurtarıyor, bloglardan biliyorum ne yaptığınızı, ne ettiğinizi (yalan, bir tek ben blog yazıyorum sonuçta ki ne ki ne).

Öyle bir çağda yaşıyorum ki, daha fazlasını istemiyorum. Lütfen duralım, araştırmayalım daha fazla.

(vites değiştirildiği sezinletilir)

Şimdi, vaktiyle bir adam çıkıp demiş ki: “Şimdi siz böyle bütün sisteminizi tüketim çılgınlığına dayandırıyorsunuz ya, güzelim, bir gün gelecek herkesin her şeyi olacak, alacak bir şeyi kalmayacak, o zaman da sistem size dayanacak, benden söylemesi.” (Sonra bu adam gidiyor, hizmetçisini mi ne hamile bırakıyor, karısı da nemrut mu nemrut, cadı mı cadı, bizim sakallının ödü patlıyor ondan, bunun en yakın arkadaşı (fabrikatör) diyor ki, dur ben üstlenirim, zaten ne yapalım, adımız çıkmış 70’e inmez 60’a (o tabii bu deyişin doğrusunu söylüyor, ben şimdi tam hatırlayamadım)). Fizikte bir olay vardır, biri ne zaman çıkıp bir şeyin olmayacağını ispatlayan bir makale yayınlasa, ertesi sene onun yapıldığı haberi gelir. Şimdi örnek isteyeceksiniz, ben de veremeyeceğim ama onun yerine blockout maceramızı anlatayım: Sene 1995, deli gibi BlockOut oynuyoruz, skorlarımız 50000 – 60000 arası gidip geliyor. Sonra bir gün Taksim’deki evde bir bakıyoruz skor tablosuna, Emir 100000 küsür yapmış (skor kısmına da bir soru yazmış). İki gün sonra bu soruyu rekoru kıran Bera cevaplıyor, ardından zaten en son 1750000 miydi, o civarda bir hayvani skora kadar ulaşılıyor ilerleyen yıllarda. Sonrasında öğreniyoruz ki, Emir o ilk seferde skor dosyasını hex editörle açmış, atmış, tutmuş, bunun gibi bir şey. Aslında bunun tam aksi yönünde bir şeydi örnek vermek istediğim, neyse, fazladan bir anekdotumuzu okumuş oldunuz, yine bekleriz (perde aceleyle iner). Ne diyorduk, işte bu sakallı bu kehanette bulunduktan sonra oturup beklemeye koyuluyor ama bir türlü o gün gelmiyor. Neden? Because. (¿Por que? Por que.) İnsanlar bir eşya aldıktan sonra o eşyanın daha ileri modeli çıkınca, onu da alıyorlar, sonra onun da ileri modeli çıkıyor (Apple kafalar iyi bilirler bu olayı).

Ben de tam bu noktada çıkıp diyorum ki, sakallıya dönelim, teknolojik gelişme son bulsun, elimizdeki bize yeter, daha nemize gerek. İnsan aynı insan, mutluluk aynı mutluluk. Hep denir ya (deniyordur herhalde) kelime-işlem programları çıktı da daktiloyla 1 günde yapılan işleri 10 dakikada yapmak mümkün oldu, yok veri tabanları sayesinde eskiden saatler süren bilgiye ulaşma aşaması şimdi 2 saniyede tamamlanıyor. Oldu canım. Zira sekreterler artık günde sadece 10 dakika çalışıp kalan 7 saat 50 dakikada internette gazete okuyorlar (hımmmzzzzz), kayıtların önemli bir ağırlığı olduğu resmi daireler de günde yarım saat iş yapıp, kalanında boş oturup çay içiyorlar, sen de öyle kuyruklarda bekliyorsun boş yere (layn?).

Bakın, bu dünyadaki gelmiş geçmiş en mutlu insan olan (misal) Goethe hiç telefon kullanmadı, kıtalar arası seyahat yapmadı (yapmamıştır herhalde), fosur fosur elektrik kullanmadı, kayıttan müzik dinlemedi. Yaşama sevinciyle dolup taşan Yunanlı bilgin Theognis elektrik ne, onu bile bilmedi, (bildiğimiz anlamda) kitap kolleksiyonu olmadı, kışın bizden daha çok üşüyüp, yazın bizden daha fazla terledi, patatesin cipsini bırakın, kendisini bile yemedi, tütün kullanmadı. Bütün bunları geçtim, ne Fatih Sultan Mehmet, ne III. Richard, VIII. Henry ne de I. Elizabeth canları istedikleri anda sıcak suyla yıkanabildiler ya da yaşadıkları mekanın bir ucundan diğerine kışın tir tir titremeden geçebildiler. Seyrettikleri film sayısı 0 olup, karanlıkta mum ışığı ile aydınlandılar. Huysuz ihtiyar Schopenhauer’dan alıntılayacak olursak:

Eski zamanlarda bir kimsenin zar zor güç yetirebildiği şeyler şimdi düşük bir fiyata ve bol miktarda elde edilebilmektedir ve hatta en mütevazı sınıfların hayatı bile rahatlık ve konfor açısından şimdi çok daha iyidir. Orta çağda bir İngiliz kralı bir zamanlar, Fransız elçisini kabulü sırasında giymek üzere aristokrasinin bir üyesinden bir çift ipek çorap ödünç almıştı. Hatta 1560’da Kraliçe Elizabeth Yeni Yıl hediyesi olarak bir çift ipek çorap almaktan çok hoşnut olmuş ve şaşırmıştı (Disraeli, i.332); bugün her tezgahtar böyle şeylere sahiptir. Elli yıl önce hanımefendilerin giydiği pamuklu dokumaları bugün hizmetçiler giymektedir.

A. Schopenhauer, “Parerga und Paralipomena” (1851) ‘dan çev: Ahmet Aydoğan, “Hukuk, Ahlak ve Siyaset Üzerine” Sel Yayınları, 1. Baskı 2009, s.97-98.

Fizikte (aslında matematikte ama fizikçiler daha çok kullanıyorlar) komütasyon denilen bir hadise var: iki operasyonun önce biri sonra diğerinin uygulanmasıyla, önce diğerinin sonra birinin (8P) uygulanması arasındaki farkı verir. Diyelim ki 5’i önce 4’le çarpıp, ardından 2’ye bölünce de, önce 2’ye bölüp ardından 4’le çarpınca da 10 bulursunuz, çünkü çarpma ile bölme işlemleri birbirleriyle yer değiştirebilme özelliğine sahiptirler (yani Çince söyleyecek olursak komüt ederler) ama 5’e 4 ekleyip 2 ile çarpmakla, önce 2 ile çarpıp ardından 4 eklemek aynı şey olmaz. Kuantum fiziğindeki o belirsizlik ilkesi buradan çıkıyor, pozisyon ile momentum operatörleri birbirleriyle komüt (commute) etmediklerinden, önce biriyle bakınca, diğeri alıyor başını gidiyor (komüt etmeyen operatörlere karşılık gelen gözlemlerde sıraya bağlı olarak gözlemlenen değer de değişir). Ama bu örnekleri ben veriyor olsaydım (ki ben veriyorum), “öpücük”/”ayrılmak istediğini söylemek” operatör ikilisini örnek gösterirdim (ki gösteriyorum). Öptükten sonra ayrılmak istediğini söylemek mümkün olsa da (hayvansınız, orası ayrı), ayrılmak istediğinizi söyledikten sonra öpücük beklemek safdil ve filmler/diziler dışında (ki House 7’nin 1’i ne berbattı yahu) pek olası değildir. Buradan biraz daha yukarı çıkıp, eşek kaybettiriliş/bulduruluş operatörlerini de hatırlatmak istiyorum. Mutluluk da kanımca böylesi bir kavram. Bir şeyin varlığından haberdar olmayıp ona sahip olmama mutluluktan bağımsız olsa da, bir şeyin varlığından haberdar olup ona sahip olmama mutluluk için zararlı bir faktör (maddiyat açısından iki durum aynı olsa da). Özetlemek gerekirse: “Bizden 2500 yıl önce yaşamış adamdan çok mu daha mutluyuz allasen, şu halimize bak bi..'”
Teknoloji (teknolojik gelişme) ne işe yarar? Dünyayı birkaç bin kez yok edecek silah gücüne sahip olduğumuz gibi, herkesi doyuracak gıda üretimi sağlayacak araçlara ve tekniklere de sahibiz. Şimdi teknolojik gelişmeyi durdursak, dünya daha mı iyi bir yer olma yolunda ilerler (Al Gore) yoksa daha mı fena (rekabet ve it dalaşı). Evet, sonuç malum, ben haklıyım tabii ki, al işte ispatladım (Schopenhauer yapıyor böyle muhabbeti “ödüllü denememde de ispatladığım gibi…” tamam, amcaya saygımız sonsuz ama bir noktadan sonra ödüllü denemesinden bıktırtıyor).

Gelelim benim teklifime, hayalime, dualarıma: Bana kalırsa, yarından tezi yok, katı halmiş, sibernetikmiş, uzaymış, tıpmış, … bunları bırakıp, tek bir hedefe kilitlenelim haydi(n) gelin – beyne giriş/çıkış (I/O) bağlantılarının matrix misali çözümlenmesi işine. Yani ondan sonra herkes kendi dünyasında yaşasın, istediği şeyleri yapsın, imagine her yer cennet. Böylelikle herkesin her istediği olur, sonsuza kadar.

Bu aralar, bu konulu hikayeler yazıyorum: sanal dünyanın algı açısından “gerçek” diye bildiğimiz dünyadan farkının algılanamadığı bir düzenekte (setting) geçen hikayeler… Bonus olarak zaman hızlanmasını katıyorum, yani sanal dünyadaki 100 yıl diyelim, gerçek dünyada 1 saniyeye karşılık gelmekte. Cennette ne olmasını istiyorsanız oluyor, istediklerinizi de cehenneme yollayın, hiç fark etmez, siz hep haklısınız. Enerji korunumuna da kafayı takmanıza gerek yok, ben yaptım oldu, yoktan var da edebilirsiniz, zamanda ileri geri de gidebilirsiniz, istediğiniz bir noktada kaydedip, bütün olasılıkları da deneyebilirsiniz tekrar tekrar. Diyeceksiniz ki, bu yaşam oyununu böyle “God mode on” oynamak sıkmayacak mı? Beni sıkmaz. Sims’de mesela, Rosebud yapıyordum, sonsuz para ile evimi dayayıp döşüyordum, daha da oynuyordum, hem de daha zevk alıyordum. Sorun/Çözüm de burada zaten (derman arardım derdime, derdim bana derman imiş) — God mode’un oynama zevkini öldürdüğü oyunların hepsi de bir hedefi olan oyunlar — halbuki alın işte mis gibi Sims’i, yaşayıp gidiyorsunuz. İstediğiniz eşyadan/kişiden istediğiniz kadar kopyalar yapın, fizik kurallarına, eşyanın tabiatına takmayın kafayı. Soğuk geldiyse bir güneş daha ekleyin, insanlardan sıkıldıysanız, akıllı uzaylıları çağırın. Daha ne istiyorsanız, açın yazılmış kitapları, çekilmiş filmleri, yaşanmış hayatları okuyun, izleyin, yaşayın. Samimi söylüyorum, budur benim cennetten bütün beklentim (cennetin bireysel olması). Ve bu umudun en iyi yanı da artık düşünülebilir olması. Ben belki göremeyeceğim ama torunum çok çok büyük ihtimalle görecek. Şimdi diyebilirsiniz ki “e ama o sahte bir şey olacak, sanal bir şey olacak” ben de diyeceğim ki “güzel kardeşim, Sims oyununda bilgisayarında Sims benzeri bir oyun oynayan bir karakteri düşün, bu dünyanın senin tasavvurun olmadığının bir kanıtı var mıdır? Derseniz ki “e ama bunda her istediğim olmuyor?” ben de derim ki, “e bunlar da senin başta koymuş olduğun kurallar/kısıtlamalar olsa gerek. İlle de anarşik, spontane bir oyuna başlamak zorunda değilsin ki, tut ki, kendini zorlamak istedin, koşulları iyice kısıtlayıcı hale getirdin, üstüne de bir timeout (zamanaşımı) koyup, bizim 1 ömür dediğimiz şey biçtin bunu da. Ölünce/yanınca, ana menü ekranına döneceksin nasıl olsa, gelecek sefer de curcuna bir şeye başlarsın, sıkma canını.”

Bunu (nesnel bir şeyin olmadığını, bildiğimiz her şeyin algılarımızın beyne ilettiği bizim tasavvurlarımız olduğunu, nesnel bir şeyin bilinemeyeceğini) Kant söylemiş, Locke söylemiş, Berkeley söylemiş, Schopenhauer söylemiş (Locke ile Berkeley aksi yönde söylediyseler de, kurtuluş önerdiyseler de), bir de ben söyleyeyim dedim. Öteden beri (Sartre adisinden beri diyelim) şüpheleniyordum zaten bu dünyanın ben-dünya olduğundan/olduğumdan
(Herkes biliyor ki ölünce bitecek, yok
olacak bütün dünyam, ben uçarken siz
ölmüş, yok olmuş olacaksınız, yalan mı?
siyah-beyaz film seyredenlere acırım
belki, beni beğenmeyen şair müsveddelerine
de bir ihtimal. orhan veliyi çıkarırım belki
düştüğü, hayatını incittiği o çukurdan,
belki bir onu yaşatırım, belki bir de ağaçları.
her şey ama hepsi mümkün, ben uçabildikten
sonra:
ilkin pencere ölecek, akabinde ben,
koydum adını ölüm,
uçmaksan eğer!

14.15 ocak ’96
B.En.
— Eda’bi Mektuplar #3 ) artık inanıyorum da iyiden iyiye, inanmasam da cennetim böyle bir şey işte, bekliyorum bir ihtimal görürüm o mutlu günleri diye.

Daha yazmama gerek yok, temcit pilavından öteye gitmeyecek ama, Groundhog Day var ya mesela, işte onun, nerede, ne zaman, ne kadar istenirse versiyonu.

Eğer bu dünya -yine de- gerçekse, o zaman teknoloji gelişsin gelişsin, şu ayırt edilemez sanal dünyalar çağı başlasın, herkes kendi cennetine çekilsin. O vakit en revaçta olacak meslek/zanaatkarlık ne olacak dersiniz, tahmin edebilir misiniz? Evet, bir tanesi yazılım olacak (donanım değil çünkü işlemci olarak beyin kullanılıyor olacak ideal durumda), diğeri tıp olacak (bakım(maintenance) lazım millet sanal dünyalarında yaşarken burasını şey götürmesin diye, ayrıca üremek de lazımdır belki), ama üçüncüsü yazarlık, hem de bilim kurgu yazarlığı olacak. Hayal gücü kısıtlı insanlar, bütün fantezilerini tükettikten sonra, yenilerini denemek isteyecekler, işte o zaman böyle tanrı meclisi gibi bir şey olacak, insanlar “bu gerçek dünyada” birbirleriyle iletişim kurarak yeni olasılıkları paylaşacaklar. Hem belki sonra birbirlerinin cennetlerinden birbirlerine boyut kapıları da açarlar, sonra kim bilir, belki hepsi sıkılıp, gelip ortak bir sanal dünyada, sıradan insanlar gibi yaşamaya başlarlar, öyle çok yaşarlar ki, sonra işin böyle olduğunu unutup, o sanal dünyayı gerçek dünya bile sanmaya başlarlar, her şey olabilir, her şey mümkün.

EST, 21-30 Eylül 2010

something you don’t know about.

Surface Detail

amazon.de’ye başka bir iş için uğramıştım da, tanıdı hemen, yanıma geldi, iain m. efendi’nin yeni culture kitabı çıkıyormuş, 7 ekimde, onun müjdesini verdi, “haberim yoktu.” dedim çok da ilgilenmiş görünmemeye çalışarak, ne de olsa matter hezimetini daha yeni yeni atlatıyorum (bunu da çoklukla ardından giriştiğim alternatif arayışlarında okuduğum alastair reynolds’un house of suns’ının acemiliğine borçluyum). neyse, çıksın da, okuruz elbet. ne de olsa şunun şurasında bir tanecik sf serimiz var, atsan atılmaz satsan satılmaz, kol kırılır yen içinde kalır. editör bu çözünürlükte çok güzel görünüyor da, yazdıkça yazasım geliyor ama bir yere kadar, iş vakti, güç vakti, birlik beraberlik vakti (bir de birileri pls “yetmez ama evet” olayını açıklayabilir mi? refahçılar mı böyle demiş, liberaller mi, anlayamadım, öyle göndermelerle karşılaştıkça da sözlükte, orada burada şurada, öyle bakıyorum – evet iyi fikir, iyisi mi, sözlüğe sorayım, iyiyim güzelim oh mis, tamam tamam sonlandırıyorum yazmayı the end)

bu arada — ispanyolca bilmiyorum diye kan bağışlayamadım bir 20 dakika evvel, iyi mi!

ekin.

Birçoğumuzun mesela, High Fidelity saplantısı vardır, Ekin’in de. Ama Ekin’in asıl Almost Famous’a gönlünü kaptırmışlığı vardır. Ben de ondan etkilenip seyretmiştim filmi ama sarmamıştı beni pek o kadar. Sonuçta Eki daha bir sever o dönem müziklerini, CRR filan koy yanına, bir o bir Doruk hipi takılırlar, ben pek anlamam pek o hipi şeylerinden.

Son zamanlarda Avrupa’da bir hayalet kol geziyor… 70lerin, 80lerin hayaleti. Herhalde imkan dahilinde olduğundan, 80lerin re-enactment’ını (nasıl diyor siz, temsili canlandırma?) bizzat kişilerin kendileri yapıyorlar, hani şu dizilerde filmlerde “Mesut Bahtiyar plays a fictionalized version of himself” derler ya, biraz öyle, fena halde de karikatüristik bir şey ortaya çıkıyor. 80lerde olup da, sonrasında ölüp de, zombi haliyle tekrar bir şansını denemeyen kalmadı ama onlarınki de anlaşılabilir bir durum. Retro dalgası beni bile esir aldığına göre, ya tutarsa, halkım beni istiyor diye insanın kendi kendini gaza getirmesi fevkalade kolay olsa gerek. Eğer ennn kaybeden arıyorsanız, Kim Wilde’ı (hem de Nena ile birlikte geri döndüler) geçin, Berlin var, çok acıklı ya. Şu Music and Lyrics’te vardır böyle bir şey, işte lunaparkta bir kenarda çalar söyler, durum ondan daha iç açıcı olamıyor ne yazık ki. Şimdi burada bir parantez açacağım, belki kapatıp konuya dönmeyi bile başarabilirim, kim bilir.

John Peel kimdir, nedir, rahmetliyi nasıl bilirdiniz, bilmiyorum. Ben uzaktan, ara ara yeri geldiğinde dirsek temasından filan bilirdim (dinlediğim grupların Peel Session’ları vasıtasıyla). Bu sene bildiğim gruplardan Peel’e ulaşmaktan vazgeçip, bir de Peel’den bilmediklerime ulaşayım dedim, iyi de ettim. Kayıtlar arasında bildiğim grupların bilmediğim enfes yorumlarını (misal Siouxsie and the Banshees’in “Love in a Void”i, Motörhead’den “Louie Louie”yi, The Damned’den “New Rose”u, The Cure’dan “17 Seconds”ı) bu bağlamda dinleme şansına eriştim. Kendini John Peel’in yaptığı işe afadesinslowly.comdamış olan Entrailicus’un “Fades in slowly” blogunu takip ediyorum, son birkaç aydır epey yoğun çünkü anormal kapsamlı John Peel wikipedia‘sını tam kuvvet doldurmakla meşgul.. Burası vasıtasıyla John Peel’in çok sevmiş olduğunu öğrendiğim Mark E. Smith ve The Fall’undan haberim oldu. Çok çok iyi bir grup, Mark E. Smith hariç sürekli eleman değiştirseler de her daim çok hoş bayanlar klavye çalıyor ve basla da ilgileniyorlar. Neyse, The Fall ilk çıktığı zaman hakikaten underground camiada (iyi bilirim ben, adamlarım var) epey sükse yapmışlar ama işin kötüsü/iyisi -ne taraftan baktığınıza bağlı- o kadarla kalmışlar. Mark E. Smith, bitter bir adam olup çıkmış (yazıyorum tabii ama sanki gerçekten de öyle), üstelik o kadar da kasmış ki, 60 yaşına gelip de hala öyle karizma salması fakat kariyerinin pek de olmaması biraz insanı buruyor. Daha sonra uzun uzadıya yazmak isterim böyle insanın karizma uğruna bir maskenin ardına hapsolması mevhumunu (İTÜ’deyken doktoramı bu konu üzerine gerçeklediğim çalışmamla almıştım, neyse ki şöyle bir silkinip kendime gelebilmiştim). Bildiğimiz poz yani. Neyse.

Bunları niye anlatıyordum? Evet, işte 80ler böyle hakikaten acınası bir şekilde yeniden hayatımıza girseler de, 70lerden kimsenin gelecek hali olmadığından (ABBA ölümle tehdit ediyor böylelerini), meydan gençlere kalıyor. Beni önce Camera Obscura (Edinbury’denler, ya başka nereden olacaklardı?) vurdu, iki-üç gündür de She & Him dinliyorum (bu noktada yeni bir parantez açıp Zooey Deschanel’den bahsedebilir hatta Almost Famous’a göndermelerde filan bulunabilirim ama yapmayacağım çünkü ZD, Neko Case’inkine benzer bir tayfunla girmiş bulunmakta hayatıma). Güzel şarkılar, araya Regina Spektor da atıyorum, hele de Us’ı mesela (500 days of summer’ın jeneriğinde çalan şarkı).

Neyse. Linkler de vereyim, bakın vaktiniz olursa. Ben yatıyorum, iyi geceler ay, iyi geceler tavşan, iyi geceler klavye, iyi geceler monitör, iyi geceler bardak, iyi geceler parmaklar!..

The Fall – Big New Prinz : http://fadesinslowly.com/2010/08/20/the-fall-on-friday-3/ burada hakikaten çok çok çoook coollar. İlk zamanlarından. Kalite kötü ama izlenmust!

The Fall – Blindness : http://fadesinslowly.com/2010/08/13/the-fall-on-friday-2/ bu yakın zamanlarından, süper bir şarkı. Şov da çok iyi, Robert Plant’le kontrast süper oturuyor, Entrailicus hakikaten iyi tespit etmiş “I love the contrast. Robert plant et al poncing about on stage with hand claps and then this thundering genius of a racket performed by 3 guys who look like bouncers from a dingy pub with the barmaid on keyboards and the old alco hanging off the bar who fights with crisp packets on lead vocals..its fucking brilliant.” derken.

Camera Obscura – French Navy : http://www.youtube.com/watch?v=O3CkfvYMCWM  klasik zaten bu.

Camera Obscura – Hey Lloyd, I’m ready to be heart broken: http://www.youtube.com/watch?v=Who4OL08iR8&ob=av2e bu da diğer klasik.

She & Him’den link filan vermiyorum, çok isteyen arar bulur, kıskanırım ben, çok da izlemeyin. Zaten daha ilk çıktığı zamandan beri Death Cab for Cutie’yi de hiç sevemedim, içime doğmuş (Bera sever onları da). Regina Spektor’dan Us’ı verebilirim ama tabii ki: http://www.youtube.com/watch?v=fczPlmz-Vug&ob=av2e

Merak edenler için, rahatlatayım hemen: yumuşadık ama o kadar da yumuşamadık, korkmayın, diğer yanım (kurt adam olan) bol bol Senser takviyesi yapıyor (gerçi üçüncü yarım da bugünlerden birinde Portishead overdozundan gidecek ama dur bakalım. Ya böyle de şarkılar yapılmaz ki ama canım).

Neyse, bu sefer gerçekten yatıyorum. Bayramınız kutlu olsun, bunlar da bayram şekeri olsun..

İmza: Sizi seven pasaklı Esme. (squalor ne demekti, yine?)
post: 500 days of summer birazcık, azıcık birazcık çabalasaymış, kolaylıkla High Fidelity’nin yanında yerini alabilirdi gönlümde ama ucuza kotarılınca yazık olmuş o potansiyelden bana akan yaşlara..

ilk gönderişten sonra tekrar editör açılıp da yazılan post: Laura Marling diyecektim bir de, çok dinlemediğimden olsa gerek, unutmuşum yazmayı, o da bu yolun yolcusu (ya hakikaten yumuşamışım). Regina Spektor’ı ben the Dresden Dolls’a andırdım ama gerçek hayatta öbürünün bunu andırması daha olası gibime de gelmiyor değil (double negatifler, hastanım senin!).

Bir de Spotify hakikaten çok çok faydalı bir alet. Onun sayesindedir ki, yıllardan sonra köşe bucak aradığım Imogen Heap – Locusts’u dinledim yine, bayıldım bayıldım. Bir de oradan Vampire Weekend’i keşfettik ama harbiliğime daha fazla halel getirmemek için bu bilgiyi hasır altında tutacağım, öyle karar verdim.

Son olarak, Katy Perry ile Zooey Deschanel’i nasıl bağlantılayabiliyorlar, gerçekten anlamıyorum.

yo (no) hablo castellano.

(“Merhaba, tanışabilir miyiz/konuşabilir miyiz?” anlamına gelmekte).

Buraya geleli, dile kolay, 10 ay oldu. Başımızdan bir sürü şey geçti, macera, anı oldu, daha da devamı gelmekte gibi görünüyor (burada iftar tarifesini 21.30’dan açtık, bu aralar 20.55’e kadar indirdik sıkı pazarlıklar sonucu (ne diyorsun, İstanbul’da aynı iftar sadece 19.45’e miiii!).

İlk geldiğimde, Danel sağolsun, gölge oldu bana, her gittiğim yere benimle geldi, çevirmenlik yaptı yoksa halim haraptı. Hani Fransızlar ve Almanlar için denir ya, “bunlar İngilizce bilir ama konuşmazlar” diye (ki yalanmış, gittik gördük, konuşuyorlar — ama tabii bir takım detayları Fransızların lehine atlıyorum bu noktada), lşte İspanyollar İngilizce bilmedikleri gibi, konuşmuyorlar da. Hani böyle Türk olarak zorlanırız ya turiste bir şeyler anlatmaya çırpınırız, dururuz dururuz “I love you, brown, smith, pencil, şimdi buradan go go go left…” filan, öyle bir teşebbüste de bulunmuyorlar, çok güzel, düzgün ve akıcı bir şekilde İspanyolca konuşmaya devam ediyorlar tek kelime anlamadığınızı bile bile.

İspanyolca’ya da İspanyolca demiyorlar zaten, “Kastelyen” diyorlar. Bütün Latin Amerika’ya (tamam, Brezilya hariç) tek bir dili konuşmayı zorla da olsa öğretmişler ama gel gör ki, İspanya’nın bizzat kendisinde 4 resmi dil var, salladım hemen 4 diye, bir sayayım bakalım: Kastelyen (Madrid yöresi halk oyunu), bizim buranın Baskçası, Barcelona ve civar illerin Katalancası, batıya doğru Galisyan, bir de şimdi baktım Wiki’den, Aranez varmış, bilmiyorum onu. Madrid başkent olduğundan, Kastelyen ortak payda muamelesi görüyor, Basklılara mesela “büyükanne, peki senin İngilizcen niye bu kadar kötü?” diye sorunca da “e Baskça anadilimiz, yabancı dil olarak Kastelyen öğrenince, kotada başka bir dile ancak bu kadar yer kalabildi yavrucuğum” diyorlar. Haklı olabililer çünkü tanıştığım Madridlilerin hepsinin İngilizcesi çok düzgündü. Bask dili bu arada, çok teşvik edilse de, Bilbao ve normal kasabalarda standart olarak Kastelyen kullanılıyor (tekrar edeyim: Burada Kastelyen denen şey, İspanya dışında İspanyolca diye öğretilen dil), Baskça ancak kırsala gittiğinizde etkin oluyormuş.

Kimse İngilizce konuşmayınca, haliyle biz birer ikişer İspanyolca kapmaya başladık, biraz da baskça, işte n’aber, netekim, gene geldi şapka, öptüm bay.. Geçen gün (iki hafta olmuştur belki), Ece’yi parka götürdüm, işte oynuyordu, bir hanımla sohbet ettik çocuklar birlikte oynarken. O da İngilizce bilmediğinden tabii, sohbet tamamıyla İspanyolca yapıldı, çırpına çırpına anlattım, anladım. Gerçi sonradan Bengü bize katılınca birtakım şeyleri yanlış anlayıp/aktardığımızı anladık ama olsun (park arkadaşım benim aslında Türkiye’nin kralı olmadığımı öğrenince onda biraz hayal kırıklığı sezinlemedim desem yalan olur).

Bengü kursa gidiyor, pek yoğun bir kurs değildi ama bu aydan itibaren bir aksilik olmazsa daha yoğun olanına başlayacak. Ece desen okulda paso İspanyolca, haftada 3 saat ilave Baskça’yla söktü zaten dilleri. Ama olsun, sonuçta o gün ben tanışıp sohbet edecek kadar İspanyolca öğrenmiş olduğuma inandırdım kendimi, hem de insan böyle aracı olmadan birisiyle tanışınca daha da bir mutlu oluyor. Ertesi gün buluştuk onlarla, festivale gittik. Yalnız meğerse onlar Fransa’da yaşıyorlarmış, artık bir daha onlar geldiğinde ya da biz oraya gittiğimizde dedik, en çok da Ece için üzüldüm, nihayet onca uyuz İspanyol çocuğun arasından kendi dengini bulabilmişti.

İspanyollar (ya da Basklılar, bilemeyeceğim), pek çok açıdan biz Türklere benziyorlar. Yabancı sevgisi var, size yardım etmek için ellerinden geleni yapıyorlar, Hollanda’da bir mesafe vardı hep insanlar arasında (ha, ben onu tercih ederdim tabii ama o da safi benim kasıntılığım). İyi kalpliler, bir de, özellikle burası (Getxo “semti”) böyle 80ler Türkiye’sine filan benziyor tanışıklık açısından – herkes herkesi tanıyor, çocuklar birlikte sokaklarda oynayarak büyüyorlar, herkes her akşam dışarıda — zaten yılın çoğunda bir festival yapılıyor oluyor.

Özetle, özellikle İspanyolca öğrenmek istemiyorum ama yavaş yavaş bir şeyleri anlamaya başladığımı fark edince de sevinmeden edemiyorum. Bu yılbaşı 3 kraldan bana yaşıtım ve kafa arkadaşlar getirmesini diliyorum, başka birkaç şeyin yanı sıra. Hollanda’daki ortam çok iyiydi, çok iyi oluşunun da farkındaydık, o yüzden şimdi böyle güzel özlemle anıyorum oradaki arkadaşlarımı. E, İTÜ ile ODTÜ arkadaşlıklarımız efsane zaten. Burada, dediğim gibi, çocuklar çok iyi ama yaş ortalamasının 8-9 yaş üstünde kalıp, üstüne bir de dil bariyerinden -3 yiyince, iyi niyetlerle kalıyoruz çoğu zaman.

amaan, neyse, boşver, bir sigara ver.. (Ceeeemiiiiiiilllllllll!)