Sabah 6’da Ece uyandı, ben de uyandım, içeri gittik, dün kütüphaneden aldığımız Cinderella’nın DVD’sini (kütüphaneden aldığımız diğer iki film her daim gönlümün zirvesinde olan “True Romance” ile bir türlü seyretmenin nasip olmadığı “This is Spinal Tap” olduğundan, takdir edersiniz ki en uygunu Cinderalla idi) taktık (ilginç bir şekilde, Hollanda’da da Cinderella, Cinderella olarak değil de, “Assepoester” (Ash-pussy / Kül-kedisi) olarak tanınmakta). Ben de, artık gün resmi olarak başladığından (yani Ece’nin tekrar uykuya dalması mümkün görünmediğinden), perdeleri açayım dedim. Açamadım. Evimizin önündeki kanalın hemen yol tarafında önce hiçbir şeye, ardından kirpiye benzettiğim bir şey vardı (bir arabanın altında kalmış bir ördekti). Önce biraz bekledim, kiliseye gitmekte olan bir iyi Samarit (gözlerinin hastasıyım, oxymoronların ustasıyım) tarafından kaldırtılır dedim (bilmiyorum sonuçta buranın uygulamalarını, belki acil çöp hattı vardır, arıyorsundur geliyorlardır, alıyorlardır, gidiyorlardır ya da yıkıyorlardır, çıkıyorlardır) ama takdir edersiniz ki daha kiliseye 3 saatten fazla vardı. Haydi bakalım dedim, (Kul Ahmet erken kalkar, “Haydi ya nasip!” derdi, kimseler anlamazdı “Ya nasip” ne demekti, mahalleye dert oldu, Kul Ahmet’in ceketi), iş başa düştü, bahçeden takımların arasından beyhude kürek aradım, onun yerine çıka çıka tırmık ve küçük çapa buldum, birer çöp poşeti geçirdim üstlerine, çıktım, dışarıda sanatımı icra ettim kadersiz ördek üzerinde (6 feet under yeni bölümleriyle bu kanalda). Çok uğraştırıcı bir şey, hoş bir şey de değil, üzücü her şeyden önce. Nihayet işimi tamamladım, ördeği son yolculuğuna uğurladım (hayır, gömmedim, onun yerine çöp torbasının ağzını kapayıp, konteynırdan aşağı yolladım). Bunları niye yazdım, işte aile babası, sorumluluk filan olmuşum, onun ayırdına vardım, paylaşayım istedim (bu masal da burada bitmiş, o günden sonra Kul Ahmet olmuş Ahmet Bey, ceket olmuş, Ahmet Bey’in ceketi, meğerse tüm keramet, ceketteymiş be Ahmet, Barış’a sorar isen sen bu yolda devam et (enter kızlar korosu)).
Gelelim günün ikinci kıssasına. Buraya yazdım mı daha evvelden hatırlamıyorum ama değinmek istediğim bir konuydu (ebeveyn oluş ile ilgili). Ece’nin doğumundan itibaren, azalan bir sıklıkla da olsa hayatımıza pek çok “ilk”ler eklenmekte. Bunların en sonuncusu -ve bana göre en ilginçlerinden biri- çocuklarımız vesilesiyle edindiğimiz arkadaşlar. Ece’nin okuldan Nadja adında dünyalar tatlısı bir arkadaşı vardı, önce anneler arkadaş oldu, işte babalar da çeşitli kereler aynı ortamı paylaştıklarından ve hanımlar da zaten birbirini tanıdıklarından merhaba merhaba modunda tanış oldular. İşte bugün hesapta Nadja’lara yemeğe gidecektik the Tascis olaraktan ama Nadja’nın annesi hasta olmuş, planda değişiklik yapmak zorunda kaldık. Şimdi ben böyle yazınca zannettiniz ki “bugünkü buluşma iptal oldu”, ama bir yandan da ben “şimdi ben böyle yazınca” dedim diye, bir şeylerden işkillenmiyor da değilsiniz (sizi gidi sevgili can-ciğer-kuzu-sarması okur (bu da sevgili Löker’in deyişiyle Perihan Mağdenlemelerimden biri oldu. dört. 8)). Neyse. Sonuçta, Nadja, kardeşi ve babası bize ziyarete geldiler (onların teklifiydi ama böyle yazınca da sanki emrivaki yapmışlar gibi oldu ama halbuki değil, sevinerek kabul ettik (biraz da şaşırdığımızı itiraf etmeliyim)). Yanlarında hesapta bize yapacakları yemeklerden yaptıkları kadarını getirmişler, biz de bir şeyler yaptık planda değişiklik olunca, çocuklar da önce bahçede güzelce oynadılar, ardından bir çocuk parkına gittik. Bize (as in Türkler) bu yaşadığımız şey enteresan geldi, paylaşayım istedim, güzel bir şey sonuçta, Hollanda insanının (hemen de genelleştiririm işte böyle) samimiyetini ve lafı dolandırmadan, etiketlere pek de aldırmadan, manaya önem verişine dair güzel bir tecrübe idi.