(AA) evet sayın okurlar, sevgili seyirciler, hiç olmayacak denen şey oldu ve bu satırların naçizane yazarı, dün itibarıyla yıllara uzanan Stalker izleme serüvenine son noktayı koydu!
Ne demişiz bakalım en son Stalker’dan bahsettiğimizde:
Beri yandan senelerdir gözümü korkutan, o yüzden arşivde öylece durmakta olan Tarkovsky’nin Stalker’ını, Barış’ın methedip durduğu S.T.A.L.K.E.R. – The Shadow of the Chernobyl’i oynadıktan sonra bu sefer hakikaten izlemeye karar verdim (Löker’e duyurulur! ((Löker’e duyurulur zira, o da bir türlü Stalker’ı izleyememekten muzdaripti de, bir gün bir araya gelip birbirimize destek olarak bitirmeye sözleşmiştik, buluştuğumuzda ise Stalker’ı değil de Kar-Wai Wong filmleri izlemiştik)) 8) Geçen gün Bengü’yle oturduk ekranın karşısına, Stalker’ı seyretmeye, dürüstçe bu filmle ilgili ne kadar heyecanlı olduğumu belirttim kendisine, hatta “senin en sıkıcı bulduğun yönetmenin kendi filminde bir karakteri sıkmak/baymak olarak kullandığı filmdir bu” dedim, Bengü, Nuri Bilge Ceylan’dan hiç haz etmez ve dahi filmlerini kendince daha doğru bulduğu adlarla sıralar: Kasaba Sıkıntısı, Mayıs Sıkıntısı ve Uzak Sıkıntısı… Filmi koyduk, 5 dakika geçmedi, Bengü uyuyakaldı, sanırım başka bir bahara…
|
Bu alıntıladığım girişten bir hafta sonra Strugatsky’lerin Roadside Picnic’ini bitirimişim ama filme yeniden başlamam için buraya gelmem gerekti. Bir şekilde, parça pinçik yarısına ulaşmıştım ki, Bengü ile Ece güneş gibi doğdular Delft’e, Stalker mtalker kalmadı, uçtu gitti aklımdan.
Artık havaların erken kararmasından mıdır, nedir, neredeyse günü gününe bir yıl sonrasında, Stalker yine beni çağırdı, bu sefer tamamladım. Film güzel ama hikayesi daha güzeldi (ve çok farklı, tıpkı Solyaris’de olduğu gibi, ama Solyaris’in filmi benim hassas bünyeme daha bir uygun gelmiş idi). Bunda amca çok entel takılmış.
Ben daha küçü-küçücükken (18-19) çok sevdiğim bir dergi vardıi “-yine- Hişt!” adında, onun kapağında görmüştüm ilk olarak şu alıntıyı:
Mikroskobu cop gibi kullanıyoruz.
– Tarkovsky |
Bu kadar basit ve net ve keskin bir saptama beni benden almıştı. Yok, o sözler bunda değilmiş, son filmi “Fedakarlık”ta imiş, hatta alıntılamak gerekirse (in ingriş ver eveylıbl):
Man has constantly violated nature. The result is a civilisation built on force, fear, dependence. All our technical progress has only provided us with a comfort, a sort of standard. And instruments of violence to keep power. We use the microscope like a cudgel. As soon as we make a scientific breakthrough we put it to use in the service of evil. And as for our standard, a wise man said that sin is that which is unnecessary. If that is so, then our entire civilisation is built on sin from beginning to end. We have acquired a dreadful disharmony, an imbalance between our material and our spiritual development…Our culture is defective.
|
Ben de hep söyler dururum, elimde olsa teknolojik ilerlemeyi durdururum, teknolojik açıdan daha ileride olmamız kesinlikle daha mutlu olduğumuz anlamına gelmiyor. Bilakis, dünyanın içine ettik, literally yaşanmaz bir yer yaptık (what have they done to the earth, baby? what have they done to our fair sister? Ravaged and plundered and ripped her and bit her. Stuck her with knives in the side of the dawn and tied her with fences and dragged her down (I hear a very gentle sound)). Bir de şu hep söylenegelen klişe ama zannımca doğru bıybıy var: Eskiden 10 dökümanı yazmak 10 saat alıyordu, şimdi bilgisayarların yardımıyla 1 saat. Ama bu demek olmuyor ki 9 saat boş oturup, dinlenebiliyorum.. (bıybıybıy).
İlginç olan, amca ile (Tarkovsky) damardan görüşlerimiz örtüşüyor ama bu beni pek rahatlatmıyor ne yazık ki. Stalker’da iki kere net bir şekilde oldu bu. Birincisi :
– Ahanda, ömrüne yüz yıl daha eklendi! Ne mutlu sana!
– Evet ama neden sonsuz yaşam değil Ölümsüz Yahudi‘ninki gibi..
ama birebir için bkz:
A man writes because he’s tormented, because he doubts. He needs to constantly prove to himself and the others that he’s worth something. And if I know for sure that I’m a genius? Why write then? What the hell for?
|
ve dahi:
Salinger’dan (Seymour: An Introduction) tavsiye ile aldığım R.H. Blyth’in yazılarından derlenen Games Zen masters play rezaletinden sonra Razor’s Edge hala patlak vermedi, bakalım. Zen’ci insanlarda ve aşmış entellektüel insanlarda (bu insanlara hemen örnek olarak Roland Barthes’ı verebilirim) pek de tahammül edemediğim bir kusur çok konuşmak ve yazmak… Satoriye ulaşmış bir insan NEDEN diğerlerini de ulaştıracağım diye çırpınır durur ki? Her konuda engince, bütün entellektüelliğiyle, her açıdan yazmayı başarmış Roland Barthes’a tercih edeceğim yegane kişi her konuda engince, bütün entellektüelliğiyle, her açıdan düşünen ve yazmamayı başarabilmiş bir Roland Barthes olurdu şüphesiz. İnsanlardaki bu “bilgiyi paylaşma, coşma koşma lalala” isteğine asla anlam veremedim. İdeal düşünürüm hayatının %60’ına kadar konuşup yazmış, ardından aydınlanmış ve kalan %40’ını da sessiz bir şekilde geçirmiş bir kişi olacaktır nitekim, duyurulur (erkeklerde askerlik ile ilişiği olmaması, bayanlarda Q-klavye kullanımı ayrıca aranan nitelikler arasındadır).
|
Bir de karakterler itibarıyla Butor’un Boşluk‘unu, Boşluk deyince de Albert Camus’nün Düşüş’ünü hatırladım – daha doğrusu hatırlayamadım, üzüldüm. Bu aralar Kara Kitap’ı yeniden okuyorum ama ilk defa mı okuyorum yoksa, onu da çıkaramıyorum, bunu da şuradan hatırladım, Borges’in ve Celal Salik’in yolları çatallanan bahçelerinden derlenen gül destelerinden (ahanda kelime oyunu). Neyse, uzun uzun yazarım elbet Kara Kitap hakkında da. (Dayanamadım devam edeceğim : Sorsanız, “Düşüş’tür, Camus’nün en sevdiğim kitabı” derim, Veba ile Yabancı’yı okumuşluğum var onun yanı sıra. Ama yıllar aldı götürdü okuduklarımı, bir tek sıralamam kaldı yadigar. İyi bir şey aslında, mesela tam da bu yüzden yine okuyabilir Karamazov Biraderler‘i, The Sea, the Sea‘yi ve daha pek çok güzel şeyi. Ama yine de Dönüşüm dün gibi mesela…)