Ay: Ocak 2009
Yılın Listesi! Ta-ta-ta-ta! Müzikler
(Diziler, Filmler ve Kitaplar listelerini yazarken öyle tın tın tın “şuraya link vereyim, bunu bold yapayım yok italik” modundaydım ve bu da yazmayı epey güçleştirdi. Bu nedenden ötürü, bu ve bundan sonraki listelerde aynı Ramones’un Do You Remember Rock’n Roll Radio? şarkısının başlangıcındaki gitar (riffi?) benzeri takada tukada yazacağım, bear with me please..)
…Müzikler
Bu yıl bir sürü yeni grup öğrendim, birkaç tane de eski grubuma ağırlık verdim. Bir de taka taka taka müzikler ağırlıktaydı..
Kitap, film ve dizi listelerindeki açık ara birinci çıkma geleneği, müziklerde de (“Müzikler” deyince garip olduğunun ben de farkındayım ama “Şarkılar” desem, “Gruplar” alınacak, “Gruplar” desem “Şarkıcılar” alınacak, “Şarkıcılar” desem de şantöz dansöz gibi bir şey olacak) süregeldi. Daha fazla bekletmeden yazalım buraya:
Le Tigre
Hip hip hurraaaa! ya da diğer bir deyişle hutukibomb!
Le Tigre’la Reprise filmi sayesinde tanıştım. Yani, New Dawn Fades ile açılan bir filmden herhalde en son beklenecek şeydi böylesi ama şikayetçi değilim! 8) Filmde karakterler sıkıcı havada geçen bir partiye giderler, içlerindeki fırlama anton amca da çalmakta olan müziği Le Tigre’ın Deceptacon’ına çevirir, sonra coşulur coşulur. Şarkıyı o kadar beğendim ki, öylesi güzel bir filmin bile bitmesini dört gözle bekledim, “credits” ekranından musiki bilgilerini almak için. (Şimdi Le Tigre’ı buraya yazdım deyu, hakkında bilgi vermem de gerekir mi, bilemedim, neyse vereyim bari). Le Tigre üç bayandan kurulu, hayli de feminist bir grup (gerçi elemanların bir kısmının bir önceki projesi olan Bikini Kill ile Julie Ruin’i dinledim, onlar paso radikal yahu). Onlar sayesinde benzer pek çok riot grrrl şahsiyeti ve grubundan da haberim oldu : Chicks on Speed, Lesbians on Ecstasy, Peaches, Robots in Disguise. Peaches Türkiye’ye geldiğinde bilmiyordum ne olduğunu, bu Le Tigre aydınlanmasından ayrı olarak bulup dinlediğim “25 Years of Rough Trade Shops” toplamasında harika bir şarkısı vardı, onunla ilgimi çekmişti. Robots in Disguise da “Turn It Up” başta olmak üzere, Reprise’dakinin benzeri bir partinin akışını değiştirmede kullanabileceğiniz etkin silahlara sahip. Bir de “Mirror” tam bir 2000 ABBA şarkısı kıvamında afiyetle dinleniyor. Biz Bora’yla 1994’lerde Shampoo dinlerdik, severdik, onu hatırlattı bu sene dinlediğim bu hanım kişi grupları. Shampoo’nun daha bilinçlisi ama Shampoo da iyiydi, dediğim yanlış anlaşılmasın.
Hazır cıstak kanalından ilerliyorken, artık bu yılın listelerine damgalarını vurmuş muhteşem duo kız kardeş ile kayınçonun kazandırdığı bir başka değere geçelim: Mark Foggo. Ska ska ska ska! ya bu kadar mı insana enerji yükleyebilir şarkılar! Neslihan’dan öğrendiğime göre 15 senedir mi ne Hollanda’da yaşayan bir İngiliz imiş kendisi, yani bizim buraların çocuğu, lokal kahraman.
Bu noktada yenilere ara verip, eskiden dinleyip de, bu sene aşırıya kaçtığım iki gruba gelelim: Ramones ve Pogues. Yani meşhur şarkılarını bilirliğim, şöyle uzaktan dinlerliğim vardı öteden beri (keza mesela The Clash hala bu mertebededir) ama bu sene bende patlama yaptılar ikisi de (ama hele de Ramones). Bir de yine bu sene Sinead O’Connor’lı bir Haunted dinledim ki, günde en az bir kere dinlemezsem o günü yaşanmış saymıyorum (abart abart). Ramones hakkında zaten bir şey yazmasam da olur, amcalar tarihi yazmışlar zati. Elimde “End of the Century” isimli belgeselleri var, arada da ondan tırtıklıyorum. O kadar heyecanlı değil (mesela Punk Attitude’da onlar için bir amcanın söylediği “çaldıkları bara gittim, o kadar kötü bir müzikti ki, paramı onları dinlemek için verdiğime inanamadım, sinir oldum… ertesi gün ve daha sonrası yine onları dinlemek için gittim.” (haydi bulun bakalım kim demişti bunu diye, ben bulmayacağım, aklımda kalmamış).
Bu sene keşfettiğim eskiler klasmanı var bir de: The Chameleons, Joy Division sever beni benden aldı. Mission of Burma da daha evvelden duymadığım bir gruptu, yazık olmuş onlarsız geçen yıllarıma (belki de öyle olduğu iyi olmuş sağlığım açısından – That’s when I reach for my revolver mesela, Academy Fight Song mesela…).
Şimdi bir yandan ağustosta tutmaya başladığım last.fm hesabımdan kopya çekiyorum da, orada görünce aaa, unutmuşum dedim, My Ruin var, bir “Tainted Love” (Soft Cell) cover’ı var ki, gene çok sevdiğim, canım ciğerim, uygun zamanda dinlendi mi coşturan koşturan tekme tokat daldıran Disturbed’ün Shout (Tears for Fears) cover’ıyla yarışır (Disturbed’ün Land of Confusion (Genesis) cover’ı da beklenmedik bir açılımdır bir de bir de).. Editors / Spoon / Woven Hand şöyle bir “hımmm” dediğim ammavelakin devamını getir/e/mediğim grupları oldu bu senenin.
The Chameleons’dan cesaret alıp, Interplay’e bakayım dedim, bakmaz olaydım, özenti şoşiler, sopayla dövesim geldi, tuttum kendimi sevdiceklerim (ben tuttum siz tutmayın karşılaşırsanız bu arkadaşlarla).
Son dakikada keşfettiğim (bir başka) iki (eski) grup da The Discount ile Rye Coalition oldu. Rye Coalition, saygı duyduğum, sevgimi de arttırmaya çabaladığım Karp’la vakti zamanında split albüm çıkarmış. The Discount da gerçekten vaktiyle kaçırdığıma yandığım (ne yapacaktın Sururi Efendi, konserlerine mi gidecektin? Yok da daha bir dol dol yaşayabilirmişim öyle olsaymış) bir grup oldu.
80lerin musikisi bu sene de guilty pleasure’ım olmaya devam etti. Buraya kadar okuduysanız bonusu açayım artık : Parliament Pazar Gecesi Sineması deyince kendinize sorduğunuz sorunun cevabı: Aaron Neville & Linda Ronstadt – All My Life.
Ah ah ah! Bir başımı duvarlara vurduran, “bu saate kadar aklım neredeydi be adam?” dedirten bir başka “keşif from the grave” Blondie oldu. E tamam, bizim de haberimiz vardı işte Deborah Harry, eski grup, takım elbiseli (ince kravatlı) güneş gözlüklü cool gang amcalar filan ama o müziği nasıl nasıl nasıl kaçırmışım! Al bana al bana! Off ya! Süper ötesi. Çoktandır dinlememişseniz, haydi pamuk eller arşive. Hiç bildiğiniz şarkıları yoksa (aslında Heart of Glass’ı bilmeyen insan yoktur bu blogu bir şekilde okuyor olan sevgili karilerimiz arasında, ama o şarkının bu Heart of Glass olduğunu bilmeyen olabilir bir ihtimal) youtube muetube, hanging on the telephone, one way or another, picture this, sunday girl, heart of glass deyiverin gari. Off off ki ne of! (one way or another I’m gonna find you I’m gonna get you get you get you!..)
Yılın grubu Le Tigre oldu açık ara ama yılın şarkısı herhalde yıllar sonra aklıma getirip de, internetin nimetlerinden de faydalanarak kavuştuğum Space – Me & You vs. The World olur.
Yılın güzel müzisyen kızı da, last.fm’in her iki sayfada bir yüzümüze çarptığı Eats Tapes – What is music muhabbetinde görüp de oyoyoyoy! dediğim, adını bilmediğim, müziğini bilmediğim, özetle hiçbir şeyini bilmediğim abla olsun (evet). (–sonradan edit: böyle yazdıktan sonra ayıp olmasın diye gittim bir şarkılarını dinledim/dinlemekteyim – supreme master diye, evet, umut var– yalnız synth’in üzerine bir abanmaları var videoda, komikler o açıdan, kendileri farkında değil, alemde kafa zaten 2500 bir ben farkındayım, aferin. aaa, The Discount’u keşfettiğim yerde bu arada, bir de Casiotone for the Painfully Alone, “Toby Take A Bow”dan haberim olmuştu, öyle, iyi yani.)
Bu sene bir de eski amcalar dönüş yapageldi. Misal Metallica – Death Magnet ve dahi Axl Amca – (nihayet) Chinese Democracy. Metallica hakikaten eski sesi yakalamış sanırım ama bir 2008 – 1996 (Load 1996 mıydı?) = 12 sene gecikmişler. Albüm iyi ama 4. mü, 5. mi şarkıda kapattım. Garip bir duygu, tasvir edemem herhalde, ama üzünç sevgilim, ve muz kabuğu. Beğendiğiniz halde olamayan bir şey gibi (mavi kuş! mavi kuş!). Chinese Democracy’yi ise hakikaten tavsiye ederim, yani öyle dönüp dönüp dinliyor değilim ama işte o iyi olmuş, dinlenebilir iyilikte (bilmiyorum aslında, bendeki metallica / g’n’r durumu, g’n’r / metallica şeklinde olsaydı belki de bu paragraf da tam tersi şekilde yazılacaktı…).
Bu kadar herhalde… aklıma gelirse yazarım yine. Bir de Dolores O’Riordan kapınıza gelip de yemek filan isterse, vermeyin, aç bırakın terbiyesizi. Grup yıkanın grubu olmaz, hala affetmiş değilim kendisini, onu da söyleyin kapıyı yüzüne kapatırken (pls).
Yılın Listesi! Ta-ta-ta-ta! Diziler
…Diziler
Bu sene bir sürü yeni diziyi keşfettiğimiz yıl oldu, bir de başlangıcından beri seyredegeldiğimiz birkaç diziden gına geldiği (ama yine de izlemeye devam ediyor muyuz? Ediyoruz. Bunları biz böyle şımartıyoruz)
Üç kategoride inceleyelim bakalım bakalım:
1) Yeni diziler:
- The Big Bang Theory : Meet the yılın dizisi (2. sezonu devam etmekte) Gürer-san’ın ısrarı ile bir deneyelim dedik, ben burun kıvırıyordum, şov adamı zifikçinin halinden ne anlar diyordum, meğerse amcalar belgesel çekiyorlarmış. Her bölümünde mi bu kadar gülünür bir dizinin? Şimdi yine aklıma ilk sezonun finalinde Çin lokantasındaki Sheldon ile şu Lennard’a sürpriz doğum günü partisi hazırlamaya uğraşırlarken Howard’ın yediği gofret sonrası geldi… Yok, yok bu kadar komik olunmaz!
- Dead like me : Dizi yeni değil, eski, ilk 4 bölümde high potentialı yüklüyorlar yüklüyorlar, sonra mainstream’e girse de hakikaten kayıtsızlığı ve “konusuzluğu” ile iyiydi, RIP (Gerçi filmi çıkacakmış bu sene). Bundan da pek çok şey gibi hemşirem ile kayınçomun sayesinde haberim oldu.
- Hustle : Hustle, vaktiyle Barış’ın sorduğu BBC dizisi, Hande tavsiyeledi, biz de oturduk, izlemeye başladık, epey güzel, İngiliz zaten. (Bir de bu sene galiba 4. sezonu başlayacak)
- Leverage : Dee’ye Hustle’ı tavsiyeleyince, o da sağolsun Leverage’dan haberdar etti bizi. Halihazırda 4 bölümü var, o kadar yeni dizi. Bengü’yle ilk bölümünü seyrettik ve ortak yorum “Bu adamlar Hustle’dakilerle karşılaşsa Hustle’dakilerin iç çamaşırlarını bile çıkarır alırlar” şeklinde oldu, yani bir nevi Migros vs. Bakkal Rıza Efendi gibi. Amerikan abartması ama izlettiriyor. Amerikan dedik ama Coupling’in Jane’i Gina Bellman da dizide.
- Samantha Who : Konuyu filan okuyunca “aaa, My Name is Earl gibi olmalı” deseniz de iki bölümde sıyrılıyor o ithamdan. Veee, Christina Applegate oynuyor!! (Donnie Darko ref’i verecektim üşendim, hem hiç de şık olmazdı). Bir de Gilmore Girls’den Melissa McCarthy.
- The Mentalist : Bu diziden de Ande sayesinde haberdar olduk. Psych’ın ciddi olanı, Dexter’a da yakın duruyor… Biraz burun kıvıraraktan başladım diziye, ilk 10 dakikadaki tuzakla beni gafil avladı, hayranlığımı kazandı, yine de bizim için biraz çiddi ama iyi dizi, saygı.
2) Artık bayan diziler:
- House, MD : Pöffffff… House evine dön.
- How I Met Your Mother : Sırf Barney için seyreder olduk. (Yine de şu son dayaklı bölüm güzeldi, Robin’in Marshall’ın barına takıldığı da iyiydi. (ama ama…)
3) Süregiden diziler:
- My Name is Earl : MNIE’ün özelliği her zaman istikrarlı olması – ne kahkahadan tavana vurduruyor ne de pöfletiyor. Tadı güzel, hep bildiğiniz tad, tatlı/tatsız sürprizlere yer yok…
- IT Crowd : Yine çıktılar geldiler, 6 bölümü yaptılar, geçen hafta veda edip gittiler. Çok komikler, hep komikler, ne olur biraz daha kalsalar?.. Şu banka soygununda beni götürüyorlardı.
- Pushing Daisies : Başta çok aşağılamıştım, “beyin hücrelerini 10 kat daha fazla öldüren dizi” filan diyordum, tam ısınmış, sevmeye, gülmeye, bir sonraki bölümünü beklemeye başlamıştım ki (demek ki yeterince beyin hücrem ölmüş), Ande diziyi bitirtti. Şimdi elde kalan bölümleri koklaya koklaya izler olduk (mutlu musun Ande?)
- Psych : Hala bağımlısıyız. Tatile girdi mi, ara verdi mi de karalar bağlıyoruz… Ben Gus’ı kimseye değişmem o dizide, bir de o var, bir de Juliet’i oynayan Maggie Lawson ile Shawn’u oynayan James Roday’in Fear Itself adlı korku seçki dizisinin bir bölümünde de birlikte oynadıklarını öğrenip onu da izledik (sadece o bölümünü).
Bunlardan başka ilk bölümünü izleyip de nefret ettiğim Chuck denemem var, pek o kadar heyecanla beklemediğim Lost var, dört gözle beklediğim fakat ne yazık ki “son bir sezon için gelecek olan” Scrubs var, böyle de bir şeyler işte bu dizi işleri.
Yılın Listesi! Ta-ta-ta-ta! Filmler
…Filmler
Bu sene seyrettiğim filmlerin arasında da, kitaplarda olduğu gibi, bariz bir birinci vardı. Ayrıca, faydalı bir işe başlayıp, seyrettiğim filmlerin de çetelesini tutmaya bu sene başladım. Gerçi liste haziran ayından başlasa da, zararın neresinden dönülse mantığı hüküm sürmekte benim açımdan.
Bu sene filmler açısından hayli zengin bir seneydi… Listenin öncesini şöyle bir tarayınca blogda hemen Juno, Once ve A Praire Home Companion‘ı gördüm, üçü de birbirinden güzeldi.
Şimdi listeyi karşıma aldım, yukarıdan aşağıya şöyle bir inelim… Otesanek epey ilginç bir yapımda, sürrealdi ama aynı zamanda hınzır bir masaldı, Doğu Avrupa pervasızlığı (bu konuda master çalışmam var, çok bilirim 8P) tam gücüyle hüküm sürüyor (film Çek filmiydi).
Sonrasında 2 Days in Paris izlemişiz.. Julie Delpy hakikaten hem Before Sunrise / Sunset‘in momentumundan beslenen hem de tam da bu nedenle kötü bir kopyası olma riskinden kurtulan güzel bir film hazırlamıştı. Benzer bir film var mı diye baktım da listeye, bulamadım.
Bu sene bir de Judd Apatow ve gibimsileri filmleri dalgasına tutulduk. 40 Year Old Virgin, Knocked Up, Dan in Real Life, Forgetting Sarah Marshall hep de büyümüş ama ana-babası gibi olmamış, tam da “bizim” gibi olmuş adamların hikayeleri minvalinde idi. Bir – iki benzer film sonrasında herhalde sıkılacağım ama yine de “hoş seyirliklerdi”. Birkaç sene öncesinde bir Jude Law dalgası yaşamıştık böyle buram buram, her filmde mutlaka görüyordunuz – geçen gün kontrol etmiştim, şimdi sayıyı unuttum bari bakayım da Wikipedia’dan, buraya alıntılayayım demek istediğim şeyi:
- I ♥ Huckabees
- Sky Captain and the World of Tomorrow
- Alfie
- Closer
- The Aviator
- Lemony Snicket’s A Series of Unfortunate Events
Sene 2004 ve ama öyle ama böyle 6 film imiş yani demek istediğim… Neyse, bunu niye anlattığıma gelince, bu sefer de Steve Carrell misafirimiz oldu görece epey (?). 40 Year Old Virgin (tamam bu eskiydi), Dan in Real Life ve Get Smart. Get Smart da komik bir filmdi ama o açıdan yılın en komik filmi Tropic Thunder idi. Ben Stiller hakikaten çok iyiydi, hem de yazan yöneten vesaire vesaire.. Iron Man‘de de acaip başarılı bulduğum Robert Downey Jr. ise Tropic Thunder’daki rolü ile gönlümün Yardımcı Erkek Oyuncu Oskarından bir dolu aldı bile (ona verdiğim YEO Oskarı ancak stoklarla sınırlıdır!).
Ryan Gosling’i de bu sene iki rolde izleme şerefine nail olduk, ondan zaten Amerikan Bağımsız/Bağımsız gibi yapabilen Sineması kuşağına geçiş yapacağım: Bu sene seyrettiğimiz baştan aşağa komple ciddi nadir filmlerden olan Half Nelson ile pek bir hoşumuza giden Lars and the Real Girl‘de sanatını konuşturdu, çok yolu açık olacak bu çocuğun. Edward Norton’ın bozulmayacak gibi olanı gibi duruyor (gibi gibi). Amerikan bağımsız ve gibileri/tadındakileri kuşağında ilerlemeye devam edelim, hatta takır takır sıralayalım: Wes Anderson’ın ne olduğunu bile bilmeden beklediğimiz yeni filmi The Darjeeling Limited mesela, açlığımızı bastırdı ama doyurmadı (ama o kadar da değil yani demek istediğim, iyiydi ama beklentimizin altındaydı). No Country for Old Men, çok korkunç ve kötü bir filmdi, üstüne geçenlerde Burn After Reading‘i izledik ki, Cohen kardeşler bir müddet gözüme görünmesinler (sürekli ama sürekli ve dahi istikrarlı bir düşüş içindeler benim nazarımda, yazık, çok yazık). Ghost World ve Crumb’dan tanıdığım, sevdiğim Terry Zwigoff’u unutmuştum ben ama canım kardeşim ve kayınçom sayesinde haberdar olduğum pek çok filmin arasında onun Bad Santa‘sı da vardı. Orada burada Before Sunrise/Sunset’in yönetmeni de olan Richard Linklater’ın School of Rock ile nasıl da janrın klişelerini kullanarak janrla dalga geçtiğini okuyagelirdim, bu sene bir ara film sıkıntısında onu da aradan çıkardık çıkarmasına ama asıl o dedikleri olayın dik alasını Zwigoff, Bad Santa ile yapıyor, allak bullak ediyor, ki Bad Santa sadece finali için bile seyredilir! Yeni film çıkarmasını sabırsızlıkla beklediğim bir diğer yönetmen ise The Station Agent’ına bayıldığımız Thomas McCarthy idi. McCarthy ikinci filmini 4 sene sonra çıkarınca hemen atladım yazıyordum ki, baktım şimdi, 2007’de çıkmış The Visitor, neyse neyse. İşte bu Visitor da, bu sene seyrettiğimiz bir diğer başından sonuna ciddiyetini koruyan film oldu. Bir yanlış anlama sonucu, Station Agent’dan ve pek çok diğer bağımsız (/gibimsi) filmden tanıyıp, sevdiğimiz Patricia Clarkson da bu filmde olacak zannetim (IMDB’nin sayfasında resmi olduğundan dolayı) ve filmin önemli bir kısmını “Patricia Clarkson şimdi çıktı çıkacak” beklentisiyle seyrettim, yoktu. Film iyiydi herhalde, bilmiyorum, öyle kör göze parmak mesac veren filmler beni pek açmıyor oldum olası (benzeri bir hayalkırıklığını da Richard Curtis’in The Girl in the Café‘sinde yaşamıştım). Neyse, Patricia Clarkson’ı Lars and the Real Girl’de izledik doktor olarak, Station Agent’in bir diğer oyuncusu olan Peter Dinklage’ı ise Frank Oz’un pek o kadar da parlak olmayan Death in a Funeral‘ında. The Visitor’ın Richard Jenkins’i ise Burn After Reading’deki güzel olan ender şeylerden biriydi… (Şimdi tekrar okurken bu girdiyi, Be Kind Rewind‘ı yazmayı unuttuğumu fark ettim, halbuki hiç de öyle unutulacak bir film değildi. Evet, olabilir, Eternal Sunshine of a Spotless Mind‘ı pek de beğenmemiş bir azınlığa mensup olabilirim, Michel Gondry’ye gösteriş meraklısı ucube gözüyle bakagelmiş de olabilirim ama Be Kind Rewind’ın güzelliği karşısında ben bile hakkını yiyemem… “Gösteriş meraklısı ucube” yazınca, bu sefer de aklıma Tarsem Singh geldi… The Cell ne kadar kötü bir film idiyse, The Fall da o derece iyi bir film idi. İyiydi işte, kolaylıkla seyrediyorsunuz, hem ille de konu mu gerekli? (peki üçüncü filminin adı ne olacak? The Call mu, yoksa The Well mi 8P)) Bu senenin en güzel cameo sürprizlerinden biri hayli çekici bir film olan The Wristcutters : A Love Story‘de (bu filmden de Neslihan een Brian sayesinde haberdar oldum) Tom Waits’i görmek oldu (hem cameo da değil, basbayağı rolü var, ve ilk defa oyunculuğu berbat değil, hatta çok kötü de değil, sadece kötü! 8)
Bu sene heyecanla beklediğimiz Futurama devam filmlerinin ikinci ve üçüncüsünü de seyrettik ama seyretmesek de olurmuş. Bender’s Big Score’a daha iyi olabilir demiştik ama The Beast with a Billion Backs ile Bender’s Game onu mumla arattılar. Bakalım Into the Wild Green Yonder nasıl çıkacak…
Levent’ler sayesinde In Bruges‘den haberimiz oldu, hatta önce Bruges’e gittik, ardından filmi seyrettik bizim aile olarak. Guy Ritchie’nin ilk iki filmini andırıyordu ve güzeldi. Normalde sevmediğim (kız meselesi 8P) Colin Farrell’i bile sevdim bu filmde. Ama Bruges filmdeki kadar güzel değil, aynı görüntü yönetmeni demek güzel Delft’imizde film çekecek olsa, gözyaşından izlenmez.
Bu senenin en güzel sürprizlerinden biri de nasıl olduysa şimdiye kadar adını bile duymadığım Princess Bride oldu. Seyredin seyrettirin. Hiç beklenmedik diyaloglar, davranışlar, karakterler! Hele de karakterler!
El Orfanato son 15 dakikasında 90 derece janr değiştiren bir filmdi ama bu kadarı bile etkisini 4-5 katına çıkartmaya yetiyordu. Sonra Låt den rätte komma in (ya da anlayacağımız adıyla Let the right one in) bizi bizden aldı. Bu yılın en güzel filmlerinden biriydi, başından sonuna kadar da samimiyetini korudu, öyle şaşırtmasız da janr geçişini/karıştırmasını yapabileceğini gösterdi.
İsveç yapımı olan Låt den rätte komma in ile listemizin İskandinav ayağına geçiş kapısını oluşturmuş bulunuyoruz ey kari! Bu sene Kuzey diyarlara adımımızı yanlış hatırlamıyorsam favori yönetmenlerimizden olan Aki Kaurismäki’nin Gün Batımında Işıklar’ı (Laitakaupungin valot) ile Finlandiya’dan attık. Bu sene pek çok tavsiyelerin sahibi olan kayınçom Brian’dan haberdar olduğum Danimarka’dan Adams æbler (Adam’s Apples) hayranlıktan gözlerimizi yaşarttı, oradaki ironiyi anlatmaya kelimeler yetmez (hence, here is this year’s winner!). Filmin yönetmeni ve yazarı olan Anders Thomas Jensen hakkında bilgiye bakınca, sevilesi Wilbur Wants to Kill Himself (ki yönetmeni olan Lone Scherfig Hanımefendi Dogma olmasına rağmen seyredilebilir bir film olan Yeni Başlayanlar için İtalyanca‘yı da yönetmişti) filmini de yazmış. Yıl bitmeden bir diğer izlediğimiz, kendisinin yazıp, yönettiği filmi olan De Grønne slagtere (Green Butchers) Caro & Jeunet’nin Delicatessen‘i tadında ve dahası Adam’s Apples’ın o harika mizah duygusunu ve tabii ki muhteşem Mads Mikkelsen’ini içermekte. Geçen seneye yetiştiremedik ama bugün yarın Blinkende Iygter’ı (Flickering Lights) seyredeceğiz inşallah. Ayrıca High Fidelity‘de gönlümü kaptırdığım Iben Hjejle de oynuyormuş o filmde! Ece’nin deyimiyle: Yupppiiii! İsveç, Finlandiya ve Danimarka’dan sonra bir de Norveç’e uğrayıp geçtiğimiz sene -bayıla bayıla- izlediğim İskandinav filmlerine veda edelim. Reprise konusu ve kurgusu ile yepyeni bir soluktu, yönetmeni olan Joachim Trier’in sonraki filmlerini büyük bir heyecanla bekliyorum. Diğer Norveç filmini ise yıllardır seyretmek istiyordum, bir festival vasıtasıyla haberim olmuştu ve o gün bugündür bir türlü bulamıyordum. Filmimizin adı Salmer fra Kjøkkenet (Kitchen Stories) biraz un-entel olacak ama sanırım işin içinde aşk olmayışı o kadar ilginç bir konuyu birazcık yavan bulmama sebep oldu. Belki bir de Norveçli olmadığımdandır. Asla kötü filmdi demiyorum ama potansiyelinin altında kalan bir filmdi ne yazık ki.
Bu listeyi yazdım yazdım yazarken bir de fark ettim ki hali hazırda stokta Kaurismäki’nin Leningrad Cowboys Go America‘sı da izlenmek üzere hazır, bekliyor! Bu sene inşallah! Böyle deyince Tarkovsky’nin Stalker‘ına da 2008’de nokta koyabildiğimi gururla söylemek isterim!
Yılın Listesi! Ta-ta-ta-ta! Kitaplar
Bu girişe başlamadan blogu incik cincik ettim, tahminimin aksine, sadece evvelki sene “yıllık liste” hazırlamaya başlamışım (2006, 2007). Bu sene biraz teferruata gireyim bari dedim, şöyle bir “genel mülahazalar” kısmı da olsun, shortlisterları da ihtiva etsin, yüzkaralarını da. İşte böyle böyle ey sevgili kari; ben buradayım, sen neredesin?..
2008 yılında
(Roll the drums..)
…Kitaplar
Okulla ev arası bisikletle 6 dakika çektiğinden, Türkiye’deki en önemli kitap okuma zamanım olan toplu taşım aktivitelerinden -şükür ki- mahrum kaldım. Hal böyle olunca da kitap okumalarım %94.6’sı bir malum yerde gerçekleşmede (along with other things… off çok kötüydü, özür..).
Blogla birlikte okuma listesi tuttuğumdan ötürü, yılın kitabını, adayları, kaybedenleri rahatlıkla saptayabiliyorum. Öncelikle kazananı açıklayayım – gayet net, tereddüte yer vermeyecek bir şekilde:
Susanna Clarke, Jonathan Strange & Mr. Norrell
JS&MN, Susanna Clarke’nin şimdilik tek kitabı. Taa Ankara’da iken, Hugo kazananlarını incelerken herhalde haberim olmuştu da, o zaman niyetlenmiştim lakin bir türlü dijital versiyonunu bulamadığımdan kelli, başka kitaplara yelken açmış idim. Sevgili kızkardeşim ve kayınço sayesinde yaptığımız bir Utrecht Boekenfestijn sayesinde -ki müthiş bir event idi bu festival olayı- €4.5 gibi cüzi bir fiyata aldım (hardcover’ı da €5.5 muydu neydi, taşıması daha kolay diye paperback’i tercih ettim – HHGTTG’nin seti mesela €10 gibi bir fiyattı). Tabii bir kitabın (kipatın) yılın listesine girmesi genelde fiyatına bağlı değil. Kitap Dickens’ın çağından çıkıp gelmiş gibi (2004 kitabı, btw). Olağanüstü olayları gayet normal bir şekilde anlatmasıyla sizi kendine bağlıyor. Öyle büyük bir olayın peşinde koşturmaca da yok pek. Anlatması zor, ne desem yetersiz kalıyor. Sayfaları gayet keyifle birbiri ardına çeviredururken “şu son 50 sayfada hiç de kayda değer bir olay olmadı ama ne garip, ne kadar keyif aldım okurken” diyorsunuz gibi bir şey… Bir de the most peculiar comments and/or narrator olayı tabii ki (belirsiz fakat mevcut bir anlatıcı var).
Tadımlık olarak şunları buyrun:
Poor Mr Norrell! He had not heard Drawlight’s story of how the fairies had washed the people’s clothes and it came as a great shock to him. He assured Sir Walter that he had never in his life washed linen — not by magic nor by any other means and he told Sir Walter what he had really done. But, curiously, though Mr Norrell was able to work feats of the most breath-taking wonder, he was only able to describe them in his usual dry manner, so that Sir Walter was left with the impression that the spectacle of half a thousand stone figures in York Cathedral all speaking together had been rather a dull affair and that he had been fortunate in being elsewhere at the time.
6th Chapter |
“I should like to do magic,” said the fox-haired, fox-faced gentleman at the other end of the table. “I should have a ball every night with fairy music and fairy fireworks and I would summon all the most beautiful women out of history to attend. Helen of Troy, Cleopatra, Lucrezia Borgia, Maid Marian and Madame Pompadour. I should bring them all here to dance with you fellows. And when the French appeared on the horizon, I would just,” he waved his arm vaguely, “do something, you know, and they would all fall down dead.”
“Can a magician kill a man by magic?” Lord Wellington asked Strange. Strange frowned. He seemed to dislike the question. “I suppose a magician might,” he admitted, “but a gentleman never could.” Lord Wellington nodded as if this was just as he would have expected. 29th Chapter |
Bir de şunu buldum Wikipedia’daki makale sayesinde, kitap hakkında nefis bir biçimde bilgilendiriyor:
Charles Palliser, author of the similarly grand-scale, Victorian-set The Quincunx, who praised the book’s depth of invented background; “I almost began to believe that there really was a tradition of ‘English magic’ that I had not heard about.”
|
Kitaplar hakkındaki notlara devam edecek olursak, bu sene anladım ki, meğerse 95’te (94? 95.) okuduğuma emin olduğum Kara Kitap‘ı asla tam olarak okumamışım: kremalı bisküviyi açıp da sadece ortasını yiyen çocuklar gibi, anlaşılan Celal Salik’in köşe yazılarını ve dahi Galip’in maceralarının bir kısmını okumuşum sadece, bu da hoş ve aynı zamanda bir bakıma nahoş bir sürpriz oldu. Kara Kitap’ı bitirdikten sonra bir sürü şeyini eleştirdim ama gerekli bir kitap, olmazsa olmaz imiş. Fatih Özgüven’in Bir Şey Oldu‘suyla, Hiç Niyetim Yoktu‘su okumaya değen kitaplardı, ayrıca hayranlığımın artmasına da vesile oldular.
Gelelim yılın hayalkırıklığı ve vakit israflarına : Gregory Maguire’ın Wicked‘ı kelimenin tam anlamı ile affedilemeyecek, umutsuz bir vakaydı ama onun özrü yazarının yeteneksizin teki oluşu. Peki biricik Iain M. Banks’imizin hem de Culture serisinde bizi uğrattığı Matter hezimetine ne demeli? (Ekim’de bahsetmişim şöyle bir, kızgınlığım hala geçmedi.) Serinin bir önceki kitabı olan Look to the Windward hayli yetkin bir kitaptı, sonsözü de kendisinden sonra gelecek kitap hakkında hayli iddialı vaatlerde bulunuyordu (sonradan anlaşıldı ki, bana öyle gelmiş 8P ). Matter başlıyor, güzel başlıyor, gayet yüksek bir potansiyel barındırıyor, giriş iyi, gelişme iyi. Ama o kadar. Yüzlerce sayfa geçiyor (serinin en oylumlu kitabı olmakta kendileri), bir şeyler ha oldu ha olacak, ortadaki kozlar büyüyor büyüyor, laflar büyüyor, olaylar büyüyor, her şey aslında “o” bir tek şeye çalışıyor, farkındasınız, heyecanla bekliyorsunuz kırılma noktasını ve bir anda inanılmaz acemice bir şekilde pof! Gazmış meğerse, peki, gerçek olay/kitap nerede? Aaa, kitap bitti, üzgünüz buydu, yerseniz. Ne yazık ki S. King ve masa lambası olayı bir nevi. Çok çok feci bir vakit israfıydı Matter. Hele de Banks’in kitabın yayınlanmasından önce söylediği o sözlerle birlikte tekrar ele alındığında:
Banks tells me that he has spent the past three months writing another Culture novel. It will be called Matter and is to be published next February. “It’s a real shelf-breaker,” he says enthusiastically. “It’s 204,000 words long and the last 4,000 consist of appendices and glossaries. It’s so complicated that even in its complexity it’s complex. I’m not sure the publishers will go for the appendices, but readers will need them. It’s filled with neologisms and characters who disappear for 150 pages and come back, with lots of flashbacks and -forwards. And the story involves different civilisations at different stages of technological evolution. There’s even one group who have disappeared up their own fundaments into non-matter-based societies.”
Stuart Jeffries’in Banks ile röportajı, The Guardian, 25/06/2007 |
Bu, Banks’in dediği, benimse buna diyecek üç kısaltmam var: B.S., M.S. ve Ph.D. (bilen bilsin).
Şu günlerde Stephen Fry’ın The Liar‘ını okumaktayım. Kitap bir anda canlandı (Dickens’ın Peter Flowerbuck mevzuu). Fena bir kitap değil yalnız şunu da itiraf etmek lazım: Stephen Fry’ın zekasıyla biraz zedelenmiş. Demek ki neymiş? Zeka gösterisi zorlama olunca (wave after wave) sıkıcı olabiliyor (benzer bir durumu Fry’ın kankası Hugh Laurie’nin The Gun Seller‘ında sarkazm ve hazırcevaplılık ve aymazlık hususunda taze yaşadım). Okurken yarıda bıraktığım Robert Shea ile Robert Anton Wilson’ın The Illuminatus! üçlemesi de gelecek okuma projelerim arasında ve Fry’ı bitirir bitirmez -büyük ihtimalle de herhalde bitirmeden- sevgili eşimin yılbaşı armağanlarından biri olan Haruki Murakami’nin The Elephant Vanishes adı altında yayınladığı hikaye seçkisi de var daha…
Listemizin kitap kısmı bitmiştir, come back again for sinema een anderen…
–Sonradan edit: Sinema kısmını hala yazmaktayım ama o kadar uzun oldu ki, ayrı olarak ekleyeceğim ve en sonda da gene eski usul derli toplu bir “kazananlar” listesi koyacağım…