Gidişat..

Az evel İsviçre maceramı anlattığım girdiyi tamamlayıp gönderdim nihayetinde. Başka ne girişler yapmak istiyordum peki? (birazdan gidip yatacağım, artık kim bilir ne zaman yazarım..)

Ian M. Banks – Matter hayalkırıklığı.. Offf off..
Orhan Pamuk – Masumiyet Müzesi — Okumadım ama baştan 50-60 sayfa, sondan 120 sayfa filan gittim, okuyamam herhalde, fazla kırılgan bir konu, kalbime iyi gelmiyor ama hakikaten iyi bir şeye benziyor..
Last FM – şimdiye değin hakkını yemişim, hiç anlamamışım bile (ve bu arada: Sururi)
Başka ne vardı? Tabii şu girişte yazdığım maddelerin de çoğu duruyor öylece..

vardı daha bir sürü şey.. neydi neydi neydi ney.

Bir de Mustafa’ya e-mail yazacağım hala, şimdi ilk sırada o var diğer girişlerden de evvel.

Bomba son dakika haberi! Hugh Laurie House, M.D.’yi bıraktı

(AP) Hugh Laurie, 8 Ekim tarihi itibarıyla House M.D. dizisini bıraktığını açıkladı. Yapımcıların bildirdiğine göre, karakter korunarak başka biri tarafından canlandırılacak. Henüz resmi olarak doğrulanmamış olsa da, Jethro Tull grubunun solisti Ian Anderson’ın gençliğinin oynayacağına kesin gözüyle bakılıyor.

I’m a little teapot ya da ben bir küçük cezveyim..

(Geç olsun, güç olmasın girişler serisi #292)

İsviçre Ziyaretim

Nereden başlasak?.. Japonya’dan elbette. Hollanda’ya (feyk attım 8) ilk geldiğimde çalışmak için, hocam beni bir programla tanıştırdı : Pauling File Binaries. 1900-2000 yılları arasında her çeşit bileşik, alaşım, seramik, element, “madde” (dikkat ederseniz “Malzeme” hariç her terimi kullanmaya çalıştım zira:

– Hangi bölümdesin Emre?
Malzeme.
– Ungh.

İngilizce versiyonu kulağa normal gelse de, Türkçe konuşurken Malzeme deyivermek biraz DMO geliyor kulağa.. Neyse, back to the flow.

(1900 ile 2000 yılları arasında yayımlanmış her türlü malzeme..) bilgisini içeren bir arşiv programı ile tanıştırdı, verev ki bu arşiv yalnızca bir veya iki elementten oluşan malzemeyi kapsıyordu ve ne kadar gelişmiş olursa olsun, yine de sadece kendi arayüzünü kullanabiliyordunuz ve aramalarınızı betik benzeri bir yöntemle otomatikleştirmenize izin vermiyordu bu program. Buraya gelişimin ikinci ayıydı herhalde, üstün(!) programcılık bilgilerimi(!) kullanarak, programın içerdiği bütün veriyi koparıp, kendi yerel veritabanımı kurdum ve sonrasında da gelsin her çeşit farklı pozisyonda otomatikleştirilmiş sapkın veri sorgulamaları (-sorduklarıma cevap ver / -hangi sorduklarına? / -şimdi sorduklarıma. Alev nerede? Alev’i sen mi öldürdün, niçin öldürdün?..).

Sonra günler haftalar aylar mevsimler ilerledi, bu süre zarfında, hem ben bu verileri daha da yoğun biçimde kullanır oldum, hem de bu projenin arkasındaki baş kişinin, yani Dr. Villars’ın tam bir hayranı oldum. Makaleleri, sanki bana özel yazılmış gibiydi, ama anlaşılan pek çok kişi daha böyle düşünüyor olsa gerek, dünyada yapısal bağlamda kümeleme (structural clustering) ve malzeme veritabanları konusunda en yetkin kişi olarak kabul ediliyordu.

Sonrasında, Japonya’da tam da benim konum etrafında düzenlenen bir sempozyuma başvurdum, başvurumdan bir hafta kadar sonra Dr. Villars’ın da aynı sempozyuma katılacağını öğrenince hem çok sevinip heyecanlandım, hem de korktum heyecanlandım, zira “Merhaba Dr. Villars, ben sizin hayranınızım, hatta o kadar hayranınızım ki, veri-tabanınızın kişisel bir kopyasını çıkardım, mahzuru var mıydı?..”

Sonuçta, Dr. Villars ile Japonya’da tanıştık, belki bir gün yazacağım bir sürü gafa rağmen (mesela tanışmamızın ikinci dakikasında: “Sizin sıkı bir hayranınızım, sakalınıza ne oldu?” “Ne sakalı? Ömrümde hiç sakal bırakmadım..”), çok iyi vakit geçirdik, gerçekten müthiş bir insan.

İşte, eylülde, Dr. Villars’ı, Vitznau’daki (Luzern, İsviçre) ev/ofisinde ziyarete gittim. Salı öğlen Hollanda’dan yola çıktım, Perşembe sabah da İsviçre’den dönüş yolculuğuma başladım. Başka bir havayolundan bilet bulamadığım için mecburen gidiş-geliş İngiltere üzerinden aktarmalı olacak şekilde, British Airways’den biletleri aldım. Gidişteki İngiltere’ye iniş-kalkış arası vaktim 30 dakika idi, dönüşteki de 1.5 saat. Havaalanı da London City idi.

İngiltere Schengen anlaşması’na, İsviçre de Avrupa Birliği’ne üye olmadığından, ve İngiltere kazmanot bir şekilde, havaalanındaki transferler için bile özel bir vize istediğinden kelli, vize olayından hayli çekmiş olan beni alıverdi sıkıntılar ama neyse ki biraz internet üzerinden araştırınca gördüm ki, İngiltere, bu vizeden Avrupa Birliği ülkelerinden birinde oturma izni olanları muaf tutuyordu:

Passengers exempt from the DATV requirement
(…)
g. A valid common format residence permit issued by an EEA State
pursuant to Council Regulation (EC) No. 1030/2002 (…)
Kaynak

İsviçre de bunun benzerini sadece transit vize için değil, her çeşit vize için yapmakta idi:

Release from the obligation to hold a visa: Turkish and Azerbaijan
citizens holding a valid permanent residence of an EU of EFTA country (…)
Kaynak

Buna o kadar çok sevindim ki!

Neyse, işte nihayetinde yolculuk günü geldi, bindik Schiphol’den pırpıra, gene İngiliz hostesler, içtik güzel sütlü çayımızı (bu sefer hem de üç kutucuk süt ekledim, daha da güzel oldu, ah, bir de bmi’ın aksine, öyle sallama twinnings’de değil de, bizatihi bizim çay ocaklarında olur ya hani, çaydanlığın demlik kısmına değil de, su konulan kısmına koyarlar çayı, işte o kısımla servis yapıyorlardı). Bir yandan da saate bakıp duruyorum (aktarma için epi topu yarım saatim var ya).

Uçak 10 dakika erken indi (10 dakika geç kalkmıştı üstelik!). Ben en önde indim, koşa koşa gidiyorum, kontrol noktasına geldim (halbuki geçen sefer Japonya yolu üzerinde Heathrow’da yaptıkları gibi hiç dışarıyla sırnaşmadan, havaalanı içinde transfer edileceğimi düşünüyordum). Kontrol noktasında, pasaportumun rengini beğenmemiş olacak bir adet polis, “siz şu belgeyi doldurur musunuz?” dedi, baktım belgede “Immigrant bilmemne bilmemne..” yazıyor, dedim ki, yarım saatim var, doğrudan transfer yapacağım, o “size yine de doldurun, lazım..” dedi, iyi, doldurdum, girdik biz de kontrol sırasına. Sıra bana geldi, ilgili yüce şahsiyet başladı pasaportumda vize aramaya,

– boşuna arama, yok.
– nasıl ya?
– nasılı var mı, transfer olacağım buradan, ahanda bak bu da Hollanda’dan oturum iznim, muafım ben..
– nasıl muafsın yahu, bak işte önümdeki listede Türkiye/Türkler vizeye tabii diyor..
(Allahtan, yüzlerce kez şükürler olsun, şu yukarıda bağlantısını verdiğim, vizeden muafiyet sayfasının çıktısını almıştım)
– bak bak, buraya bak, ne diyordu g bendinde.. muafım ben, bırak geçeyim.
– yok olmaz öyle bir şey (“Bize bu yönde bir bilgi gelmedi”nin ya da “Müdür yok, buna konuş”un İngilizce muadilini koyun bu noktada).
– Güzel kardeşim uçağımı kaçırtma bana. İki ay önce gene aynı şekilde, elimi kolumu sallaya sallaya Heathrow’dan aktarma yapıp Caponya’ya gittim..
– Hani nerede, giriş damgan filan olurdu öyle olsa.
– Yahu iç aktarma oldu, siz damga basmamışsanız ben ne yapayım, istiyorsan bilgisayardan kontrol et.
(Bu noktada, yan kontrol noktasındaki amca da olaya müdahil olur)
– Biliyorsun, vizeden muaf bile olsan, seni ayrımcılık yaparak alıkoymaya yetkimiz var (İngilizce olarak kullandığı kelime: “Discrimination”, evrensel dilde demek istediği, “fazla gak guk edip sesini öyle çok çıkartma, uçağını sana bir güzel kaçırttırırız sonra da lastik eldivenlerimizi giyip, el fenerimizi açarız, hiçbir zararın olmadığını bile bile seni rahatsız ederiz, bize komaz ama sana..)

Sonra bu arkadaş gitti, elinde benim pasaportum, oturma iznim ve muaf olduğumu söyleyen yazıcı çıktımla, ben de öyle sap gibi bekliyorum, arkadaki polis de beni süzüyor, manyak teröristim ya, ufak hareketimde üzerime atlayacak herhalde. Derken, o giden kapı kontrol arkasında iki zırhlı polisle geldi, dedim beni eldiven+fener ikilisiyle samimi bir arkadaşlığa zorlayacaklar. Ama büyük bir lütufta bulunarak(!) ve gerçekten bunu böyle yaptığını düşünerek, bir günlük vize yazdı pasaportuma.

Rica ettim, dedim ki “10 dakikadan az zamanım kaldı diğer uçağın kapısının kapanmasına, bir zahmet, şu yanında getirdiğin polis amcalara söyler misin, eskortluk etsinler, işte hiçbir yere uğramadan direkt gidiyorum aktarmaya bir de soyun çantanı göster danset maymun yap”la uğraşmayayım, yok dedi.

Koşa koşa gittim, gittiğimde hala bekliyorlardı bir sonraki uçağımın yolcuları bekleme salonunda (ışık hızına yakın koştuğumdan olsa gerek, zamanın ilerleyişi göreli olmuştu tabii ki)

Ya bu noktada, ya Türk ya Yunan asıllı olduğunu tahmin ettiğim, yegane görevi o salona giren insanların biletini kontrol edip de, doğru uçağa geldiklerini teyit etmek olan bayana ayrıca saydırmak isterim. Aldı pasaportumu, ah inceliyor da inceliyor… Ne aradığını sordum, cevap da vermiyor, çifte pırpır! Sonra anlaşıldı ki, pasaportumun son kullanım tarihini eski bulmuş, yenilenmiş halini arıyormuş! Yahu ben senin ağababalarının ahret sorularından geçip gelmişim, sen kimsin? Sinirlerim zaten bozuktu, iyice gerildi.

O hanımefendiyi de geçtikten sonra oturdum, kapıların açılmasını bekledim ve vakit geçirmek için de, İsviçre konsolosluğunun sayfasından aldığım vize muafiyetini okuyordum ki, oradaki daha önce fark etmediğim detayı fark ettim: vize muafiyeti için bir AB ülkesinden oturma izni almış olmak yetmiyordu, o iznin daimi olması gerekiyordu (benimki iki yıllık idi)… Dınınının…

Battı balık yan gider deyip, uçağa bindim. Başta kaygılanıyordum ama sonra resmen “korkunun ecele faydası yok” düsturunu ilke edindim kendime, içtim sütlü çaylarımı da. En kötü ihtimal çikolatasını alır havaalanından, onu yerim, üstüne de su içerim, bu yolculuğun parasını da okula cebimden öder, yüzüm ak, biraz rezil olmuş şekilde yaşar giderim, pazarda limon satarıma doğru yelken açtım. Ben bile şaşırdım bu kadar rahat olduğuma.

Yolda bir de dedim ki, “bu İsviçreliler nereden Türk görecekler ki, arada kaynar giderim..” Sonra uçak indi Zürih’e, bizi otobüse aldılar, öyle aktardılar uzaktayız diye, otobüse bindim, camda bir uyarı, üç dilde : “Çocuğunuzu elinizden bırakmayınız.” ve evet, üçüncüsü Türkçe’de. Haydi bakalım.

Herhalde AB ülkesinden geliyoruz diye bizi aktardıkları çıkış noktası pek bir sakinceydi, iki-üç tane kontrol noktası vardı ve sadece birinde görevli vardı. Gittim, pasaportu verdim, amca şöyle bir karıştırırken de, oturma iznimi uzattım, “bu da oturma iznim..” dedim, okipoki dedi, damga bile basmadı, iade edip, beni salıverdi! (heyooo!)

(Bir Nasreddin Hoca fıkrası şöyledir: İşte Nasreddin Hoca’da 100 lira varmış, bunun 50 lirasıyla peynir, 50 lirasıyla ekmek alırım demiş, gitmiş fırına, adama 50 lira vermiş, bana bir ekmek demiş, fırıncı ekmeği vermiş, parasını istemiş, Nasreddin Hoca bir türlü adamı inandıramamış parayı verdiğine, adam iyice çirkefleşince de cebindeki diğer (son) 50 lirayı da vermek zorunda kalmış. Oradan peynirciye gitmiş, 50 liralık peynir istemiş, peynirci peyniri verip de parasını isteyince, Nasreddin Hoca da “e verdiydim ya!” demiş, peynirci de işte “Hoca adam, yalan mı söyleyecek” filan, sonra Nasreddin Hoca dükkandan çıkıp sandviçini yerken dua etmiş : “Allahım, sen fırıncıdan al 50 lirayı, peynirciye ver..” – işte benim vize olayım da gördüğünüz üzere biraz o hesap oldu)..

İsviçre’de Zürih’ten trene bindim, doğrudan Luzern’e geldim, yolda dağlar ve göller görmek Hollanda’dan sonra garip geldi, bir de hemen herkes bayrak sallandırıyordu, milli bayram mıdır, nedir dedim, ah bir de Almanca tabii ki! Diğer izlenimler: çok sigara içiyorlar, yaşlıları pek mutlu görünmüyor ve gençlerde erkekler erkeklerle, kızlar kızlarla gruplar idi genelde (Hollanda’da az sigara içiliyor, yaşlıları mutlu görünüyorlar ve gruplar hep karma oluyor). Ah bir de çok esmer vardı, öyle sarı saç mavi göz hikaye idi.

Dr. Villars beni Luzern İstasyonu’nda karşıladı, arabasıyla 40 dakika sonra Vitznau’ya vardık. Harika manzarası olan çok güzel bir evi var. Eşiyle birlikte sağolsunlar beni mükemmel bir şekilde ağırladılar. Bir gün boyunca, Dr. Villars’ın veritabanında ne kadar verimli çalışabileceğim konusunda pek ümitli değildim (çünkü o veritabanının yapısına göre programları baştan yazmam gerekecekti, vs..) fakat sağolsun, ilgili verileri “dump” edip, bana kopyaladı. Rüya gibi bir vakit geçirdim orada, insanın çalışma yaptığı konudaki en üst otoriteyle konuşabilmesi gerçekten de aşırı heyecan verici bir deneyim…

Perşembe öğlen gibi İsviçre’den İngiltere’ye (yine London City Havaalanı) indim. “Ah,” diye düşünüyordum, “artık beni tanıdıklarına göre, zorluk çıkarmazlar, hem çıkartsalar ne olacak, Hollanda’ya geri mi yollayacaklar, hahahay, zaten Hollanda’ya gidiyorum..” Fakat kırmızı urbalar gene onbir bin zorluk çıkarttılar. Buraya yazmayacağım ama bu sefer bir bayan ofisyer vardı, ve buna rağmen, giderken karşılaştığım zorlukların ve adam yerine konmamanın -en az- iki katıyla karşılaştım. Bunlar sanki aralarında anlaşmışlar “discriminary bilmemne” deyip durdu bu şahsiyet de. “Vize alsaydın bunlar olmazdı” diyor, “ne alakası var, vizeden muafım!” diyorum, anlatamıyorum. Hakikaten anlatamadım. Neyse, yine en sonunda lütfettiler bir 24 saatlik vize de o verdi. 8P Gittim, bekleme salonuna oturdum (daha 1 saat kadar vakit vardı ama gidecek yer yoktu – Canary Wharf diye bir yeri önerdi danışmadaki çocuk, çok yakınmış ama bir aktarma yapmam gerekiyordu metroda, gözüm yemedi bu İngiliz yam yamlarının eline düşme riskine girmeye, o yüzden havaalanından dışındaki çift katlının resmini çektim, ardından yine içeri girdim.. London City Havaalanı bu arada, Sabiha Gökçen’den bile daha küçük bir yer ve başta da yazdığım üzere, iç aktarma sistemi yok – ille çıkıp tekrar girmeniz gerekiyor). Bekleme salonunda öyle topluca otururken etrafımızda baştan ayağa donanımlı, ellerinde “taramalı” tabir ettiğimiz tam mı yarım mı artık bilmiyorum otomatik tüfeklerle … ….. polisleri dolanıp duruyorlar. Sadece bana değil, çevredeki İngilizler de dahil olmak üzere herkese provakatif bakışlar sallıyorlar. İngiltere kokmuş arkadaşlar. Aramızdaki nişanı bozduğum gibi, kendime de söz verdim, bir daha ne yapıp edip gitmeyeceğim mümkünse. Ancak kraliçe özür dilerse, gel derse, o zaman belki ama şu haliyle, o kadar anlatılan Amerika paranoyasını bile geçmiş gibi geldi bana. Bu brötanya Hande’nin olsun, yani ingriş kızları bile kurtarmaz artık. Yazık yazık tut tut tut..

İşte bu da benim yol maceramdı, ne kadar uzun sürmüş gördünüz o üç gün. İngiltere’ye gitmeyin, göndermeyin, benden söylemesi. Bu arada, bu bloga 28 Eylül’de başlamışım, bugün 10 Ekim, hatta 40 dakika evvel 11 Ekim’e girmişiz, anlayın yani bir blog girdisi ne kadar emekle hazırlanıyor…

A, unutuyordum bir de (hatta iki şey):
1- Havaalanında İngiliz otoriteleriyle görüşürken çizilmiş bir resmim:

Sururi vs. Kırmızı Urbalar

2- Böyle her ne kadar “astım kestim geçireceksin kardeşim, kapı gibi muafiyetim var!” tadında yazdıysam da, inanmayın, bir an evvel geçirsinler diye ve tabii olagelen mizacımdan ötürü pek bir yumuşak başlıydım müzakereler boyunca, yani “aa tabii, haklısınız ammavelakin…”, “ah, tabii tabii, bir dahaki sefere mutlaka sümmehaşa…”

Son birkaç gün..

Başlıklar:
Hamiyet ve Levent Hollanda’da, gezelim, Belçika’ya kaçak yolculuk – İsviçre – İngiltere üzerinden – İngiltere’yi sevmiyorum artık, üzgünüm – İsviçre, Luzern, Vitznau, idolüm Dr. Villars, süper bir gün, Hollanda’ya dönüş – internet sanırım bu pazartesi bağlanacak – bir sürü çikolata – başka? Ah, bir de tabii ki Mustafa’dan tekrar haber aldım, hayat güzel!

combo for a fatality that ends in ireland..

  1. The Blues Magoos – (We Ain’t Got) Nothin’ Yet
  2. Led Zeppelin – How Many More Times
  3. Metallica – Whiskey in the Jar
  4. Flogging Molly – Every Dog Has Its Day
  5. Pogues – The Rocky Road to Dublin

(You can have Pogues – Turkish Song of the Damned as sweet afterwards..)

(Also there’s certainly another combo to anti-kiss&forget category which starts with The Electric Prunes – I Had Too Much To Dream (Last Night) followed by Cohen – Lover Lover Lover.

Me? It all started when I began itching The 13th Floor Elevators – You’re Gonna Miss Me and then discovered The Psychedelic Years 1966-1969.

Also one other link : Spirit – Fresh Garbage and then Pink – Feel Good Time. From groove to disco? Everything’s possible when the fuel is enough. 8P)