Aki Kaurismäki’yle 2002 yılında, “Geçmişi Olmayan Adam” vesilesiyle tanıştık. Pek de -duygusal bağlamda- sömürüye açık olan bir konuyu böylesi mesafeli, handiyse keyifli vermesi beni kalbimden (beynimden?) vurdu. Akabinde bulabildiğimiz diğer filmlerini de (liste için bkz) birbirinin peşisıra izledik (Boheme’i çok istesem de izleyemedim uygun alt yazı bulamamıştım bir türlü). Zaten biz böyle izleyince, bütün filmler birbirine girdi, ne de olsa karakterler aynı, kayıtsızlık aynı. İşte ara bağlantıları da oluşturduk (Matti Pellonpää meğerse tam da Jarmusch’un A Night On Earth’ündeki Fin taksi şöförü değil miymiş! Sonra da ölmüş yazık, Sürüklenen Bulutlar’da da fotoğrafıyla varmış..). Aki Kaurismäki’yi sevdik yani.
Sonra yapılması gereken işler çıktı karşımıza, koşturmaca yoğunlaştı, Ece doğdu, “sanat çevrelerinden” koptuk (şekerim). Bu aralarsa seyredecek film bulamıyoruz (hepsini seyretmişiz meğerse 8P). Sonra aklıma sevdiğim yönetmenleri kümesteki tavuk-yumurta teftişi misali, kontrol etmek geldi: Kar Wai Wong’un Blueberry Nights’ını biliyordum ama 2046’yı bayıla bayıla izlememe karşın beri yandan negatif yönde de bayıldığım/baydığım için ve şu Eros üçlemesi hezimetinin etkisini atamamış olduğumdan ötürü (hakikaten bay geldi – üçlemedeki en yüzüne bakılır parça olsa da – hatta hislerimin tam tercümesi için bkz. Fatih Özgüven’in eleştirisi) Jarmusch’da tık yoktu, Wes Anderson’ı ise The Darjeeling Limited‘le daha yeni izlemiş idik; Woody Allen’ın ne Match Point’ini ne de şu son filmini izlemişliğim var, yok, bana göre değil gibi geliyor, nerede o eski Woody’ler (Ayrıca A.V. Club bir Woody Allen primer hazırlayıp, benim favorilerim olan Deconstructing Harry ile Mighty Aphrodite‘ı “hataları” arasında saymış ki, çok bozuldum, aşkolsun (şekerim). Ya, sonuçta anlayacağınız, Kaurismäki’nin Günbatımında Işıklar’ından böylesi bir tarama vesilesiyle haberim oldu.
Tarihini bilmesem, kolaylıkla eski filmlerinin arasına koyabilirim. Kayıtsızlık yine had safhada. Zaten bu kadar ümitsiz bir filmi başka bir tonla ele almak imkansız/dayanılmaz bir şey olurdu. Tıpkı şu Banks’in Culture serisindeki Inversions’da yaptığı gibi : orada da çok çok dayanılmaz bir hikaye tamamıyla tersine çevrilip, masal olarak anlatılır. Neyse, dönelim yine filmimize. Konuyu anlatıp spoil etmeyeceğim merak etmeyiniz fakat anahtar kelimeler arasında hakikaten derin iki aşk, aşkın sebepsizliği ve mantıksızlığı, kayıtsızlar da aşık olur, uğrunda yatarım da mapus damında ve ben seni çok seviyorum ama sen beni neden sevmiyorsun ki? diyen ikinci kızı sayabiliriz.
Gelelim, başta Seyfettin olmak üzere, bu filmi seyretmiş bulunan talihli izleyicilerimize hazırladığımız sürpriz pakete: Hani bazı DVD’lerde oluyor ya alternatif sonlar, işte Sururi’den müthiş jest: Alternatif film! Gene spoil etmemeye çalışarak ve bu yüzden muğlak muğlak : karakterin mahkeme salonundan çıktığı anda filmi kapatın. Şimdi ekranı karartın, ya da açın kelime işlemcinizi, siyah ekran üzerine, altta çıkacak şekilde beyaz yazıtipi ile büyük büyük “X yıl sonra” yazın (eğer kelime işlemciniz yoksa, siyah mukavvadan ekran büyüklüğünde bir parça kesip, bir yerden de beyaz kalem (beyaz yoksa, gri de olur) bulup yapabilirsiniz). Şimdi kelime işlemcinizi de kapatın (mukavvayı kaldırın) ve Kaurismäki’nin Ten Minutes Older : The Trumpet seçkisi için verdiği Dogs Have No Hell’i takın, izleyin. Şimdi anladınız değil mi ne demek istediğimi.. Eğer sabır gösterip de “yapıtlarımı” kitaplaştırabilirsem benzer bir şey yapmayı arzu ediyorum nicedir. İlk kitabım (E.M.) henüz basılmamış olacak diğer kitabımdan (S2) bir alıntıyla açılacak. Ama Kaurismäki’de bu durum çok daha anlamlı. Vaktiyle yazmış olsam gerek, o seçkide bütün diğer yönetmenler yana yakıla anlatacakları şeyleri 10 dakikaya sığdırmaya çalışırlarken, Kaurismäki kendi filmini rahatlıkla çekiyor, içine bir de utanmadan 3-4 dakikalık ful bir şarkı performansını da (Leningrad Cowboys?) oturtuyordu. Şimdi o -kısa- filmi izlediğinizde, ağzınızda o çok iyi bildiğiniz buruk tad kalıyor, çok büyük, çok yüce şeyler olmuş, anlıyorsunuz, bu film ise, işte o mahkeme sahnesine kadar ele aldığınızda, o tadın niye olduğunu çok iyi söylüyor. Neyse, deneyin, tadına bakın, sonra dilerseniz yazarsınız buranın yorumlarına, konuşur, tartışırız bile bir ihtimal. Film güzeldi. Kaurismäki’nin izlediklerim arasında en beğendiğim oldu, tavsiye ederim. Tavsiye ederim derken, bir de Brian’ın sayesinde haberimin olduğu Adams æebler. Ben yüzyılın filmi (falan) diyeyim, siz anlayın.
and thank you — Hazırladığınız jest için teşekkürler. Arşivime baktığımda izlemediğim Drifting Clouds / Sürüklenen Bulutlar’ı ve The Trumpet’in olmadığını gördüm. Sürüklenen bulutları dar zamanlar için bırakmış olmalıyım. Trumpet’i edinip yukarıdaki yönergeleri izleyeceğim:)
Bir dönem, sevdiğim yönetmenlerin tüm filmlerini izledikten sonra ve yeni yönetmen bulmakta sıkıntı çektiğim zamanlar, sevdiğim oyuncuların filmlerini edinmeye başlamıştım. Her zaman olmasa da arada iyi filmler yakaladım bu yöntemle.
Son zamanlarda izleyip beğendiğim birkaç film adı yazıp bitireyim. Göz atmak isteyenler olabilir.
1-The Darjeeling (Sonradan fark ettim girdinizde olduğunu.)
2-The Assassination of Jesse James (Filmi izlerken çok dalga geçtik. Ön yargı ile yaklaştık. Yenilen bir yemeğin o an değilde sonradan sevilmesi gibi, aradan zaman geçince filmi sevmeye başladık. Bir de baktık ki soundtrack’ler filan harika. Çekimler iyi. Her yönüyle sevdik.)
3- The Bucket List
4- Gone Baby Gone
5- First Snow
6- Blue in the Face ( Bu filmi izleyeli uzun zaman oldu ama Jarmusch’tan çağrışım yaptı. Film fena sayılmaz. Jarmusch yazardı sanırım filmde. Sigarayı bırakacağını söylediği bir sahne vardı. Bir de marketin sahibi Harvey Keitel bu adamı da seviyorum.)
My Blueberry Nights – Sevemedim, izlediğim zamanki ruh halimden olabilir. Diğer filmlerin tadını vermedi.
Eski Woody’ler hakkında size katılıyorum.
Adam’s Apples’ı listeme aldım.