Olive, aynı zamanda, Pushing Daisies‘deki kızın adı. There’s Something About Mary‘deki Mary (ama Cameron Diaz değil). Biraz şaşkın, o şaşkınlıkla da güzel kelime oyunları yaptırıyorlar buna yazarlar, yazarlar grevde, zaten konumuz PD değil. (Kaldı ki bugün Olive’in söylediği Olivia Newton John’ın “Hopelessly Devoted To You”su ile kendimden geçtim ve kaldı ki: Chenoweth is a lyric coloratura soprano, and can sing into the whistle register.) Neyse, konumuz bu değil.
Buraya geleli yarın bir hafta olacak. Bugün resmi olarak işe de alındım, işte imzalar filan (1 Kasım’da başlamış görünüyorum aslında). Bu bir haftada pek çok şeyi becerebildim, pek çok şeyi de beceremedim. Bu beceremediğim şeylerden biri zeytin. Evet, geldiğimden beri zeytin yiyemedim. Öyle zeytin manyağı değilimdir ama gurur meselesi yaptım.
Macera benim ilk gün, yani geldiğim salı gününün akşamı, çoktandır canımın çektiği “menemen yapasım”ının gelişiyle başladı. Marketten (C1000) domates aldım: domatesler burada çok pahalı ama tadı güzel… Öyle Türkiye’de el altından bulabildiğiniz harbi organik domatesler kadar olmasalar da, Türkiye’de her yerde bulabileceklerinizden daha güzel (ama dediğim gibi, hakikaten pahalı: 3.18€/kg). Elmalar da pahalı, genel konuşursak meyve-sevze pahalı. Neyse, biber aldım, soğan aldım, margarin baktım, tereyağı gördüm her yerde, sonunda bir tane buldum, iki paket aldım, eve geldim baktım şu oda sıcaklığında katı olan zeytin yağlarındaymış – çok istiyorsanız ben margarinize edilmiş zeytin yağı diye uydurayım, siz de anlayın. İşte zeytinin eve giremeyişi böyle başladı. Ertesi gün, özellikle zeytin bakındım, Barış taa İtalya’ya gidip de (zeytinin memleketlerinden biri olur bu İtalya) orada bile zeytinin ateş pahası olduğunu söylediğinde pek ihtimal vermemiştim ama işin doğrusu öyleymiş (Emre has joined the “Barış sakal bıraksın” pettition – Click hier für geburzwaste). Neyse, sonunda böyle küçük bir kutuda işte 10x10x3cm3 boyutlarında bir kutuda buldum zeytini (tabii siz biliyorsunuz artık bu noktada içinden zeytin çıkmayacağını ;), üzerinde 20+ yazıyor, siyah zeytin resmi var, “Meditterano” mu ne bir şey yazıyor… “Adamlar taneyle satıyorlar be zeytini” deyip aldım geldim, açtım: krem peynir! 10 numero Sururi’ye, bravo!
Türkiye’de nereye giderseniz gidin, girin bir markete, marketi geçtim bakkala, alın en alakasız şeyi, üzerinde İngilizce de yazar kimse İngilizce bilmese de (yani ürünü bir yabancının kullanma olasılığının o malı satanın İngilizce bilme ihtimalinden bile düşük olduğu durumları kast ediyorum. Mesela Arap Sabunu, Kan Taşı, bu tür şeyleri…). Burada maşallah herkes sular seller gibi İngilizce konuşuyor (henüz İngilizce bilmeyen bir Hollandalı kardeşimizle müşerref olamadım) ama adamlar yazmıyor da yazmıyor… Her şey böyle deneysel bir düzlemde ilerliyor. Geçen gün makarna yaptım tavuğun yanına, yoğurt aldım korka korka zira üzerinde hiçbir yerinde yoghurt ya da türevi bir şey yazmıyordu, açtım kapağını, aaa, hakikaten halis muhlis yoğurt çıktı mis gibi, mutlu oldum, dün Neslihan geldiğinde demez mi ki “Bu yoğurt değil!” diye, ne peki dedim, üzerinde “Franse Kwark” yazıyordu, “Franse Kwark” işte dedi, peki dedim. Bir de bu şekilde alıp da elimde patlayan (mecazi anlamda) süt maceram var… Neydi? Verse Karnemelk bozuk sütü paketleyip satın, alın size “Verse Karnemelk” (çok merak ediyorsanız buttermilk diye aratın ama içmeyin 8). Ondan da 2 paket almıştım, bir paket duruyor dolapta hala… Sonrasında tam yağlı süt (VollenMelk midir, nedir buldum, yani olabilecek en normal süt ama ineğin cinsi farklı olduğundan kıvam ve tat da fark ediyor)… Neslihan’a pilav yapayım diye pirinç aradım, Thai pirinciymiş, bizim baldodan daha sıska, biraz daha uzun. Peynirleri güzel, bir tanesi hariç, onu beğenmedim (Bu parantez içlerini doldurmak için yazmaya ara verip buzdolabına gidiyorum ama neyse ki bu beğenmediğimi atmışım çoktan 8). Dalgasını geçiyoruz benim bu zeytinleri bulamayışımın. Misal, ben bu pirinci açıyorum çota! En az 70 tane zeytin! Yumurtayı kırıyorum, çot diye bir 5 zeytin dökülüveriyor… 8)
Fiyatlar genelde beklediğimin altında, ama geçen gün iki tane kalın pile 4.5€, 10 tane Sony marka boş DVD’ye de 15€ verdim; beklenmedik bir yerden şişebiliyor bu şekilde. İçecekler ucuz, et ucuz, tişört gördüm mesela, normal, 10€ (normal olan fiyat değil de, tişörtün cinsi, bilmiyorum tişört ne kadar Türkiye’de – malumunuz Sururi, da Gömlek Brother).
Turan’ın tersine bol miktarda güzel ekmek bulabiliyorum burada. Ya, aslında iki tane mi ne Türk bakkal gördüm, giriyorsun, her bir şey var ama ne anlamı kaldı o zaman ben Türkiye’de içtiğim sütü burada içeceksem buraya gelmiş olmanın (tamam, pek sağlam bir önerme olmadı ama buraya kadar okumuşsunuz, bari idare ediverin).
İşte böyle gitmelerde Hollanda macerası. Bu maddi kısmı olsun maceranın, yarın da manevi kısmını (okul, çalışma metodları, bisiklet) yazayım unutmazsam.
Sevgiler, sevgiler, kalın sağlıcakla, sevgiler! 8)