Nein Davut ya da kötü haber…

Buradaki evi, üniversiteyle işbirliği içinde çalışan DUWO diye bir şirketten tuttuk. Ev (adı Portekiz Misafirhanesi olarak geçiyor), çok güzel bir yerde ve çok güzel bir şekilde olup, 1590’lara kadar giden tarihi bir binanın içinin yeniden düzenlenmiş hali. Ev aklımda 70m2 olarak kalmış, bir oda bir salon, mutfak + banyo. Evdeki diğer daireler de benzer şekilde, çamaşırhane ortak, haftada bir temizlik oluyor, çarşaflar değiştiriliyor. Sadece TUDelft’te çalışan ailelere veriliyor buradan. Eğer bekarsanız veyahut da öğrenciyseniz, topluca yaşadığınız yurttan hallice apartmanları var. 2 haftadan 1 yıla kadar anlaşma yapabiliyorsunuz (zaten DUWO’nun alt adı Short Staying in Netherlands). Neyse, geçen gün bana evle ilgili olarak verilen materyaller içinde şunu keşfettim:

Extra Persons : Overnight stays of other persons are not allowed. DUWO and its authorized staff reserve the right to enter residents’ rooms at any time, if they suspect you have overnight guest(s). Of course having visitors during the day is permitted*. (Şu “not allowed”daki koyuluk orijinal metinden bu arada)

Hobaaa! Yani kısacası, siz yine planlarınızda değişiklik yapmayın, buyurun geliniz, otel masraflarınızda yardımcı olacağız madem ki yatak veremiyoruz… Böyle de bir şey… Neyse, 1 sene sonra nasılsa yeni bir eve çıkacağız normal şartlarda bir eve (DUWO’nun olayı “hemen geleyim gireyim hiçbir şeyle uğraşmayayım” mantığı olduğu için, kapıyı açtığınız anda, mobilya, sıcak su, internet hazır, elektrik-su-ısınma-vergi masrafı filan yok), o zaman da doyasıya ağırlarız, ama şimdilik, güzel otellerimiz olayı…

U2 sevmem ben.

Evet, aynen subject. Soran olunca derim, Joshua Tree, Boy, Zooropa güzel günlerdi onlar ama içinde “Bono, Sopa, Boş Bir Oda (Anahtarı bende)” anahtar kelimeleri geçen bir hikaye yazın deseler, MNIE3x05‘tekinin benzeri şakır şakır döktürürüm… Ha, ayrıca Nick Cave ve U2’nun, hele ki Joshua Tree‘nin kalbimde derin yaralar oluştuğu bir dönemde tütün niyetine iyi(?) gelmişliğinden kaynaklanan bir kuyruk acım da vardır. Yani, evet, taraflı bir olgu bu hissettiklerim, bağımsız olarak algılayamıyorum kendilerini.

Anthrax’ı sevdim, seviyorum, seveceğim. Kısa pantalonlarla, spor ayakkabılarla, ninja kaplumbağalarla ve acaip sert gitarlarıyla ve ciddi olmaya çalışmayan sözleriyle gönlümde ayrı bir yerleri vardır.

Bildiğiniz / bilmediğiniz üzere, Joey Belladonna dönmedi, John Bush iyidir ama o kadar da değil ve ayıp oldu hakikaten çocuğa. Şimdi Wiki’den baktım, Corey Taylor diye bir zatın gelebilitesi varmış… (Şimdi de resmi sitelerine uğradım, NASIL YANİ? Amcalar orijinal kadroyu toplamışlar mı? (Scott Ian (Scott’cuğum) Joey Belladonna, Charlie Benante, Daniel Spitz, Frank Bello (bu sonuncuyu hatırlamadım))

Şimdi niye yazdım bu kadar şeyi: Elime bir toplama Anthrax albümü geçti (Srevocnikufesin – ama tahmin edebilirdiniz zaten bunu, değil mi 8) Bir kısmını daha evvelden dinlemiştim zati ama amcalar zaten damardan giren bir şarkı olan Exit‘i offf offff…. Bu arada, belirtmeliyim ki, hemen ardından Police’in Next to You‘su başlıyor… Jın jın jın dol dol dol garç diye geçiyor tümleşik isim tamlaması…

2_2_dg
mavi_dg
gunbatimi_dg
2_dg
You know he got the cure
But then he went astray
He used to stay awake
To drive the dreams he had away.
He wanted to believe
In the hands of love.

His head it felt heavy
As he came across the land
A dog started cryin’
Like a broken-hearted man
At the howling wind
At the howling wind.

He went deeper into black
Deeper into white.
He could see the stars shine
Like nails in the night.

He felt the healing
Healing, healing, healing hands of love
Like the stars shiny, shiny from above.

A hand in the pocket
Fingering the steel
The pistol weighed heavy
His heart he could feel was beating, beating
Beating, beating, beating
Oh my love, oh my love,
Oh my love, oh my love.

Oh my love…

So hands that build
Can also pull down
The hands of love.

Exit / U2 – The Joshua Tree

Hamiş: Resimleri, onu çeken kişiden habersiz olarak kullandım ve hayır, referans vermiyorum.

Can you say Hallelujah, can you say Hamd olsun?.. 8)

Dear Mr. Tasci,
I am pleased to inform you that we received a letter from the IND that your wife can pick up the visa in Ankara. Please let me know when she arrives because I had to make some appointments for the residence permit.

Roland Barthes, “Bayram”, Bir Aşk Söyleminden Parçalar. Kitap yanımda yok ama tesadüfe bakın ki, bir haftadır bir başka RB için yanıp tutuşuyordum, sağolsun aslanlar aslanı Betül has quenched my thirst about that… Neyse, ne diyorduk, nasıl diyorduk: Birinin Bayramı Olmak…

Güzel Karım Güzel Kızım

But Why Is The Olive Gone?

Olive, aynı zamanda, Pushing Daisies‘deki kızın adı. There’s Something About Mary‘deki Mary (ama Cameron Diaz değil). Biraz şaşkın, o şaşkınlıkla da güzel kelime oyunları yaptırıyorlar buna yazarlar, yazarlar grevde, zaten konumuz PD değil. (Kaldı ki bugün Olive’in söylediği Olivia Newton John’ın “Hopelessly Devoted To You”su ile kendimden geçtim ve kaldı ki: Chenoweth is a lyric coloratura soprano, and can sing into the whistle register.) Neyse, konumuz bu değil.

Buraya geleli yarın bir hafta olacak. Bugün resmi olarak işe de alındım, işte imzalar filan (1 Kasım’da başlamış görünüyorum aslında). Bu bir haftada pek çok şeyi becerebildim, pek çok şeyi de beceremedim. Bu beceremediğim şeylerden biri zeytin. Evet, geldiğimden beri zeytin yiyemedim. Öyle zeytin manyağı değilimdir ama gurur meselesi yaptım.

Macera benim ilk gün, yani geldiğim salı gününün akşamı, çoktandır canımın çektiği “menemen yapasım”ının gelişiyle başladı. Marketten (C1000) domates aldım: domatesler burada çok pahalı ama tadı güzel… Öyle Türkiye’de el altından bulabildiğiniz harbi organik domatesler kadar olmasalar da, Türkiye’de her yerde bulabileceklerinizden daha güzel (ama dediğim gibi, hakikaten pahalı: 3.18€/kg). Elmalar da pahalı, genel konuşursak meyve-sevze pahalı. Neyse, biber aldım, soğan aldım, margarin baktım, tereyağı gördüm her yerde, sonunda bir tane buldum, iki paket aldım, eve geldim baktım şu oda sıcaklığında katı olan zeytin yağlarındaymış – çok istiyorsanız ben margarinize edilmiş zeytin yağı diye uydurayım, siz de anlayın. İşte zeytinin eve giremeyişi böyle başladı. Ertesi gün, özellikle zeytin bakındım, Barış taa İtalya’ya gidip de (zeytinin memleketlerinden biri olur bu İtalya) orada bile zeytinin ateş pahası olduğunu söylediğinde pek ihtimal vermemiştim ama işin doğrusu öyleymiş (Emre has joined the “Barış sakal bıraksın” pettition – Click hier für geburzwaste). Neyse, sonunda böyle küçük bir kutuda işte 10x10x3cm3 boyutlarında bir kutuda buldum zeytini (tabii siz biliyorsunuz artık bu noktada içinden zeytin çıkmayacağını ;), üzerinde 20+ yazıyor, siyah zeytin resmi var, “Meditterano” mu ne bir şey yazıyor… “Adamlar taneyle satıyorlar be zeytini” deyip aldım geldim, açtım: krem peynir! 10 numero Sururi’ye, bravo!

Türkiye’de nereye giderseniz gidin, girin bir markete, marketi geçtim bakkala, alın en alakasız şeyi, üzerinde İngilizce de yazar kimse İngilizce bilmese de (yani ürünü bir yabancının kullanma olasılığının o malı satanın İngilizce bilme ihtimalinden bile düşük olduğu durumları kast ediyorum. Mesela Arap Sabunu, Kan Taşı, bu tür şeyleri…). Burada maşallah herkes sular seller gibi İngilizce konuşuyor (henüz İngilizce bilmeyen bir Hollandalı kardeşimizle müşerref olamadım) ama adamlar yazmıyor da yazmıyor… Her şey böyle deneysel bir düzlemde ilerliyor. Geçen gün makarna yaptım tavuğun yanına, yoğurt aldım korka korka zira üzerinde hiçbir yerinde yoghurt ya da türevi bir şey yazmıyordu, açtım kapağını, aaa, hakikaten halis muhlis yoğurt çıktı mis gibi, mutlu oldum, dün Neslihan geldiğinde demez mi ki “Bu yoğurt değil!” diye, ne peki dedim, üzerinde “Franse Kwark” yazıyordu, “Franse Kwark” işte dedi, peki dedim. Bir de bu şekilde alıp da elimde patlayan (mecazi anlamda) süt maceram var… Neydi? Verse Karnemelk bozuk sütü paketleyip satın, alın size “Verse Karnemelk” (çok merak ediyorsanız buttermilk diye aratın ama içmeyin 8). Ondan da 2 paket almıştım, bir paket duruyor dolapta hala… Sonrasında tam yağlı süt (VollenMelk midir, nedir buldum, yani olabilecek en normal süt ama ineğin cinsi farklı olduğundan kıvam ve tat da fark ediyor)… Neslihan’a pilav yapayım diye pirinç aradım, Thai pirinciymiş, bizim baldodan daha sıska, biraz daha uzun. Peynirleri güzel, bir tanesi hariç, onu beğenmedim (Bu parantez içlerini doldurmak için yazmaya ara verip buzdolabına gidiyorum ama neyse ki bu beğenmediğimi atmışım çoktan 8). Dalgasını geçiyoruz benim bu zeytinleri bulamayışımın. Misal, ben bu pirinci açıyorum çota! En az 70 tane zeytin! Yumurtayı kırıyorum, çot diye bir 5 zeytin dökülüveriyor… 8)

Fiyatlar genelde beklediğimin altında, ama geçen gün iki tane kalın pile 4.5€, 10 tane Sony marka boş DVD’ye de 15€ verdim; beklenmedik bir yerden şişebiliyor bu şekilde. İçecekler ucuz, et ucuz, tişört gördüm mesela, normal, 10€ (normal olan fiyat değil de, tişörtün cinsi, bilmiyorum tişört ne kadar Türkiye’de – malumunuz Sururi, da Gömlek Brother).

Turan’ın tersine bol miktarda güzel ekmek bulabiliyorum burada. Ya, aslında iki tane mi ne Türk bakkal gördüm, giriyorsun, her bir şey var ama ne anlamı kaldı o zaman ben Türkiye’de içtiğim sütü burada içeceksem buraya gelmiş olmanın (tamam, pek sağlam bir önerme olmadı ama buraya kadar okumuşsunuz, bari idare ediverin).

İşte böyle gitmelerde Hollanda macerası. Bu maddi kısmı olsun maceranın, yarın da manevi kısmını (okul, çalışma metodları, bisiklet) yazayım unutmazsam.

Sevgiler, sevgiler, kalın sağlıcakla, sevgiler! 8)