O benim bildiğim gibi değilmiş!..

Bundan seneler seneler evvel (in a kingdom by the sea), bir arkadaştan güzel bir albümü mp3 formatında almıştım. Yalnız (o zamanlar) küçük bir problem vardı – arkadaşım CD’yi riplerken, şarkı isimlerini cddb vesaire bir yerden buldurmamış, dahası kendi de elle yazmamıştı. Özetle: 11 isimsiz şarkı, bir albüm adı: Full Circle ve sanatçıların kimliği: Czukay, Wobble & Liebezeit. Ufuk açıcı bir albümdü, yıllar yılı dinleyegeldim. Şarkılar arasında bariz tarz geçişleri vardı, misal ikinci şarkı Björk’ü fena halde andırsa da, bir sonraki şarkı oldukça cool bir tona bürünüyordu vs.. Bu seneler boyunca, albümü tanımlayabilmek için faydasız girişimlerim oldu. Öncelikle, Full Circle albümünde 6 parça var idi, yani ya bendeki albüm bu değildi, ya da 5 adet bonusla birlikte geliyordu. Kaldı ki, şarkı isimleri ile şarkılar arasında bir bağ kurmak da pek olası olmuyordu. Sonunda, iki hafta kadar önce, Czukay’ın, Wobble’ın ve Liebezeit’ın solo ya da başka insanlarla yaptıkları bütün albümleri inceledim – şarkı uzunlukları ve albümdeki toplam şarkı adetlerini baz alarak ama yine başarısız oldum. Ardından internette yaptığım arama sonucu Tunatic adındaki programcıktan haberdar olup, şansımı bir de onunla denedim. Bu program, şu Turkcell’in de sunduğu hizmet gibi: şarkıyı çalarken mikrofonu hoparlöre tutuyorsunuz ve program da o kısmı kullanarak veritabanından size hangi şarkı olduğunu bildiriyor. Popüler ve yarı popüler şarkıları başarıyla tanısa da, iş bendeki albüme gelince patlak çıktı ne yazık ki. Yine bilinmeyen şarkılarım ve ben, bir başımızaydık.

Bilmiyorum buraya yazmış mıydım ama galiba yazmıştım: birkaç hafta evvel emektar Winamp 2.xx sürümümle vedalaşıp, şöyle bana en son neleri ne sıklıkta dinlediğimi vs.. şıp! diye söyleyebilsin diye, ortam kütüphaneli bir Winamp 5.xx sürümüne göç etmiştim. Ama bu sürümün burnu biraz büyükmüş ki, benim şarkıların çoğunu öyle bir bakışta tanıyamadı, “git bunların etiketlerini doldur da gel” diye burun kıvırdı. Ben de biraz (ama hakikaten az) bir arayış sonucunda, basit ama işini hakkıyla yapan Automatic Shell MP3 Tagger (ASMT)‘da karar kıldım. Sonrasında, belki içinizde duymayanınız kalmıştır, Windows’la %95 oranında vedalaşıp, Pardus’a, dolayısıyla Linux ortamına geçtim. Burada Amarok’tan maksimum derecede memnunum. Gerçi kendisi de bir mp3 etiket düzenleyici sunuyor sunmasına lakin, Patron’dan varlığını öğrendiğim Easytag‘ı kurup, onunla günlerimi (abartı) geçirmeye başladım.

Ve gelelim mutlu sona: Dün, bir “Acaba?” içerisinde, Easytag’e sanki tamamıyla gündelik bir şeymiş, her zaman yaptırdıklarımdanmışçasına, çaktırmadan, “ya, bir de sana zahmet olmazsa şu dosyaların bilgisini getirebilir misin?” diye yarım ağız zorup, baştan beri sözünü ettiğim albümün dosyalarını itekleyiverdim. Bir anda nihai, ilahi cevap gözümün önünde belirdi: Hector ZazouSongs from the Cold Seas! Kaldı ki, 2. şarkı gerçekten de Björk’müş ve dahası o benim bayıla bayıla dinlediğim 1. şarkı da meğerse pek sevgili Fin kardeşlerimiz Varttina imiş!

Son ~ Erme Film.

bayanlar & dergiler

Bundan yaklaşık olarak 1 sene kadar evveldi, Ece Hanım’ın gelişi için evimizi hazırlıyorduk. Bu uğurda epey bir kitap/dergiden kurtulduk. Bu dergiler arasında, Bengü’nün Mimarlık dergilerinden de bol miktarda vardı. Ben de, mimarlık bölümüne bir ilan bırakıp, bunları sahiplendireceğimi söyleyip, ODTÜ’ye getirmiş idim. Getiriş o getiriş, gel zaman git zaman, o dergiler (44 adet) odamda iki torbada kaldı durdu. Geçen hafta biraz parmak kaslarımı çalıştırıp, mimarlık bölümünün sekreterliğine durumu bildirir bir mail atıp, bölüme duyurulması isteğimi ilettim. Mesajın yayınlanmasından kısa bir süre sonra da iki sevimli bayan gelip, beni dergilerden kurtardılar.

Birkaç saat evvel odamda -tıpkı şimdiki gibi- oturuyordum ki, kapı çaldı, geleni buyur ettim ve ta-ta-ta-ta: gözleri ışıl ışıl, elinde dergiler, yarınlar adında. Dergiyi bilmiyorum sanıyordum ama şimdi nette araştırınca 5. sayısını hatırladım (bu 6. sayısıydı). Bütün samimiyetiyle anlatmaya başlamıştı ki, özür diledim ve dergiyle ilgilenmediğimi belirttim. Teşekkür etti ve gitti. Sonra da işte şu andayız. Yani sonuçta hiçbir zaman politikayla hele de siyasetle haşır neşir olmadım – yıllar evvel tartıp biçip kendime uygun bulduğum ütopik bir şeyler var ama kimsenin işine yaramaz, benim de işime yaramaz, öte dünyada sorarlarsa söylerim diyeceğim ama bu da komik olacak benim ütopik şeyi düşününce (Barış’ın sayfada gördüğüm Douglas Adams vecizesi gibi):

“He hoped and prayed that there wasn’t an afterlife. Then he realized there was a contradiction involved here and merely hoped that there wasn’t an afterlife.”
–Douglas Adams


En azından niceliksel olmasa da niteliksel deyip bu konuyu burada kapatalım. Neyse, işte böyle böyle. Sururi Efendi, bu hafta iki bayanı dergilerle sevindirdi, bir bayanı dergilerle üzdü, aklına geldi, yazdı nokta

Havadisler, sorunlar, dertler, tasalar

Oliver Sacks’in ‘Renkkörleri Adası’nda doktor, bir yerli ile karşılaşır, tanışırlar. Ayrılırken yerli doktora “Sizi yarın hatırlamayacağım ama tanışmak güzeldi, umarım yine tanışırız..” der. Hastalığın adı sanırım litiko-bodig idi (şimdi araştırıp geri döndüm de, litiko bodig, Parkinson ile dementia’nın birleşimi imiş – dementia’dan Alzheimer’a, oradan da amneziye gidiliyor bizim durumumuzda). Bu, çok garip gelmişti. Yani, insanın psikolojik olarak bir rahatsızlığının olduğunun bilincinde olması. Başka bir örnek olarak CD’lerden korktuğunuzu varsayalım – bu fobiniz dışında tamamıyla rasyonel bir insansınız. CD’lerden size bir zarar gelmeyeceğini çok iyi biliyorsunuz ama yine de korkunuza engel olamıyorsunuz. Benim de bir süredir böylesi bir rahatsızlığım var: Aklıma gelen bir şeyi bulamıyorsam, bulana kadar aklımdan çıkartamıyorum. Böylesi bir takıntı. Sürekli o aradığım şeye odaklanmış halde, bütün odaları arıyorum, nereye düşmüş ya da kaldırılmış olduğunu tahmin etmeye çalışıyorum. Tamamıyla bana yararsız olsa bile, mutlaka bulmak zorunda olduğumu hissediyorum (buna örnek olarak birkaç ay önce bir dosya çekmek için arşiv cd’mi bulamayışım verilebilir – sonuçta, arşiv cd’sinden bir yedek almıştım ve elimde bu yedek vardı, yani istediğim bütün dosyalar elimdeydi, ayrıca istersem, bu yedeğin bir yedeğini çıkartabilirdim, sonuçta eğer arşiv cd’si kaybolmuşsa bile zararım en fazla 30 kuruş ve 3-4 dakika olacaktı. Ama kestirip atamadım, o CD’yi bulmalıydım! Bulmalıydım!).

Bir hafta kadar evvel, cep telefonunun şarj cihazını bulamadım, Bengü’ye sordum, o da en son benim okula götürdüğümü hatırladığını söyledi. Okulda baktım, evde baktım, bulamadım. Bu aramalarımın sıklığı ve şiddeti giderek arttı, nitekim dün vaktimin büyük bir kısmını en olmayacak yerlerde bile şarj cihazını aramakla geçirdim. Sonuçta bir şarj cihazı, ne olacak ki? Cüzi bir paraya satın alınabilir – ama Bengü’ye de itiraf ettiğim gibi, “Yeni bir şarj cihazı 10 lira olsun, ben, yeni bir tane almak yerine, eskisinin nerede olduğunu bilmek için 20 lira verebilirim”. Böyle bir takıntı. Beynimin bir kısmı “Nerede? Nerede o?” diye diye yana yakıla aradığım şeye kilitlenmişken, çaresiz bir kısmı, bitkin bezgin ve sıkılgan bir sesle “Yahu ne önemi var, alt tarafı bir şarj cihazı / zaten yedeği elimizde olan bir cd / aptal bir kalem / artık içindeki bilgiye gerek kalmamış bir dergi nüshası…” diye fısıldıyor. Ama yapacak bir şey yok – ileride bu türden başka arazların çıkmamasını ümit etmekten başka. Yoksa sonumuz çöp evler!..

Gelelim, bu haftabaşınızı karartacak ikinci konuya: Bengü’nün işte kullandığı bilgisayarında bir sorun vardı, ona bakmak üzere bu sabah birlikte işine gittik. Biz biraz erken gelmiştik, ben bilgisayara bakarken oda arkadaşları da yavaş yavaş gelmeye başladı. Bir anda aşağıdan aşağıdan mezdeke benzeri korkunç bir ses kulağıma erişmeye girişti. Sonrasında da daha korkunç seslerle eziyete devam edildi.

Şimdi iyi haber: Bunları fütursuzca çalan bayan, bir yandan da şikayet ediyordu müdürlerinin yüksek sesle ‘müzik’ çalmalarını yasakladığından ötürü. Hatta kulaklıkla dinlenmesi gerekiyormuş aslında ama bu kadarcık sesin herhalde kimseye bir zararı dokunmazmış.

Bir düşünün: bu, iyi hali! Bu nasıl bir eziyettir! Sonuçta gerek Bengü, gerek Hande yıllardır söyler durur ya, “İş ortamı”, ben bugün onu fark ettim. İnsanları takım elbise giymeye zorlayınca iş bitmiyor. İnsanlar kitap okumuyor, düşünmüyor. Çok ama çok korkunç. Sonuçta, kapalı ortamlarda kaygısızca sigara içenlerden bahsediyoruz, çocuğuna bağıranlardan, toplu taşıma araçlarında yer vermeyenlerden, kulaklıklarındaki müziği sonuna kadar açanlardan, yere çöp atanlardan, bütün parkları ay çekirdeği kabuklarına boğanlardan (bunlardan Ankara’da o kadar çok var ki – anladığım kadarıyla Ankaralıların temel gıda maddesi), küfür edenlerden. Hiçbir şey okumayıp, araştırmayıp, her konuda fikir yürütebileceğini sananlar var bir de. Şu deprem sonrasında herkes nasıl da artçıl depremlerin şiddetini tahmin ediyordu. Adam Türkiye’nin tarihini bilmez, milliyetçi kesilir, Osmanlı tarihini bilmez, eski sisteme dönmek ister, Kuran-ı Kerim’i bilmez şeriat ister, Nutuk’u okumamıştır, Atatürkçüyüm der, hiçbir kitap okumaz, şiir yazdığını söyler. Beni en çok bu ahkamcılar hayattan soğutuyor. Her konuda söyleyecek bir şeyler var, referans yok. Internet var tabii, en temel kaynak, bilgi hazinesi. Internet yok efendim. Yazıp küfredince olmuyor. Sonuçta insanlar boşuna okuyor, eğitim alıyorlar, siz her şeyi zaten biliyorsunuz. Eğitim şart! Ama onu da biliyorsunuz zaten, televizyonda görmüşsünüzdür.

Evet, normalde tümüyle ilgisiz (ignorant) olan ben bile böyle bir yazıyı yazdığıma göre, gidişat pek de hayırlı değil ey ahali! Eh, haftabaşı zehrimi kustuğuma göre, güzel bir haftaya başlayabilirim. Allah, çoğunluğun kazmalardan mürekkep olduğu ortamlarda çalışan bütün kader kurbanlarına sabır eylesin. Amin.