Ece Baby..

eceBabyBasketball20070614Kraliçe evvelsi akşam ateşlendi, dün kontrole götürdük, evet, hastalanmış. Ateşi ilaçla kontrol altına alınabildiğinden ciddi bir şeyden şüphelenilmiyor. Yarın itibarı ile iyileşmesi bekleniyor. Ama bu bekleme süreci hiç de hoş bir şey değil. Geceleri özellikle çok kötü öksürüyor, ateş de cabası. Yine de bir halsizlik yok, huysuzluk var ama.. Bu dünyada insanın başına gelebilecek en kötü şey çocuğunun sıkıntısına çaresiz kalmak, bu. Bizimkisininki büyük ihtimalle ciddi bir şey değil ama ah o hastanelerdeki, sokaklardaki, savaşlardaki çocuklar.. Çok asık suratlı bir giriş oldu, bari başa bir lokum resmi koyayım…

Geldim, gideceğim..

Son girişten bu yana 20 gün geçmiş. Bu sürede ben bir kore filmi misali, olabilecek her türlü heyecanı yaşadım, duyguyu tattım. Sizlere bu kanaldan söylemediğim üzere, 1 Haziran’da, doktora sonrası çalışmalarda bulunmak üzere başvurduğum yerlerden biri olan Hollanda’daki Delft Teknoloji Üniversitesi (TUDelft) tarafından görüşme için çağrılmıştım. Hollanda’nın en büyük üniversitesi olan TUDelft, bünyesinde birçok Nobel’li amcayı da barındırmakta. Amsterdam’dan bindiğim trenden inip, Delft’e adım attığım anda, o ana değin bulunduğum en güzel coğrafya parçasında olduğuma kanaat getirdim: Dört bir yandan kelebek misali geliveren üçlü dörtlü bisikletçi grupları, içinde nilüferler açmış kanallar, parke taşlarından (arnavut kaldırımı mı deniyordu yoksa bunlara?) yollar, Oz büyücüsüne giden Dorothy misali ben de bir an donakaldım. Orada iken çektiğim resimleri galeriye koydum. Sonrasında iki gün boyunca yoğun mülakatların ardından, cuma gecesi 1 gibi Ankara’ya iniş yaptık. Orada iken, bir hafta içerisinde sonucu bildireceklerini söylemişlerdi – ben de gitmeden evvel “büyük bir ihtimalle döndüğümde az çok nasıl neticeleneceği hakkında bir fikre sahip olurum” diyorduysam da, döndüğümde, durum tam ortadaydı. Salı akşamı oradaki müstakbel hocam Dr. Sluiter’dan bir eposta aldım, sevgili “hocam” beni telefonla aramış fakat ulaşamayınca posta göndermiş. Onun bizim saatimizle 17.30 civarında gönderdiği bu postayı benim görmem, Ece’yi yedirip, yıkayıp, yatırdıktan sonra, yani yaklaşık 21.15 sularında gerçekleşti. Neyse, lafı daha fazla uzatmadan, sadede gelirsek, çok şükür, TUDelft’e kabul edilmiştim. Hayli fazla imkana sahip olan bu güzel üniversitede ayrıca çalışacağım grup da çok iyi, her şey rüya gibi… Salı akşamından beri vur patlasın, çal oynasın durumları kısaca.

Sayın Felegin Sillesini Yemiş Acıların Kadını beni uyarmasaydı, bu müjdeli haberi bildirmeyi ne kadar zaman daha akıl edemezdim, kim bilir..

Bir de: Fiziksel, CVsel, ve ingliş bir kardeş blogum oldu. Delft’ten dönüşümde, hazır Sevgili Nur Hoca için yazdığım / tasarladığım sayfa kodunu hemen kendime uyarlayıp, artık bir ihtiyaç haline gelmiş bulunan Mostly Scientific Personal Home Page‘imi siber uzayda gerçekledim (bkz. Sanal Uzay ve Gerçeklemek).

Gidiyorum, geleceğim…

Efendim, başımızda birtakım işlerin (tez / websayfası / makale(ler) / simülasyon / bölümişleri (dün sona eren asistanlık görevim, benim canım bölümümün, sağolsunlar, yaptıkları süper bir jestle eylül ayına kadar bir kez daha uzatıldı) / Hande’ninDFTdersi (Hande (lenütsÜ) için 3 defa yaşa! yaşa! yaşa! – “Birlik ve DFT’ye en çok ihtiyacımız olan şu zamanda” tam da denk getirdi) / postdoc) yoğunlaşmasından ötürü, bir ihtimal fark ettiğiniz üzere, pek düzenli yazamıyorum, aklım kalıyor sonra hem, bu yüzden bir süreliğine “dükkânı” kapıyorum (kapıyorum dediysem, yeni yazı göndermeyeceğim yani). Bir de rica, gelişmeler iyi giderse tabii ki haber eylerim buralardan ama özellikle 1 Haziran günü, lütfen, çok acil bir işiniz yoksa benim için dua ediniz / pozitif şeyler düşününüz / şarkılar söyleyiniz zira o gün önemli bir gün olacağa benziyor.

tot ziens, adieu te nou!

Çehov ve Bir Genel Olarak Tiyatoro Sorunsalım

Ne zamandır istiyordum, nihayet, evvelsi gün hayatımın -hatırladığım kadarı ile- ilk Çehov‘una başladım, akabinde dün de bitti (tiyatro oyunları da pek bir kısa oluyor). Geçenlerde saygı duyduğum insan Dan Tobin, Karamazof Kardeşler‘e başlamış ve pek sıkılmalarda olduğunu itiraf etmişti. Genelde Dan Tobin ile okuma zevklerimiz birbirine çok yakın olsalar da, arada demek böyle istisnalar da çıkıyor.

Sonradan aslında ilk elden niyetlendiğim Çehov’un Vişne Bahçesi olduğunu hatırlasam da “artık Çehov okuyayım” vaktim geldiğimde bu küçük gerçek aklımda yoktu. O nedenle ben de, fazla da şüphelenmeden Vanya Dayı‘ya daldım. Şimdi çok yüksek, hatta çok çok yüksek bir ihtimalle birazdan bu eser hakkında yazacaklarımı biliyorsunuzdur ama yine de ben öğrendiğimde çok şaşırdım:

1. Vanya Dayı eseri komedi değil dram.
2. Vanya Dayı öyle çok yaşlı, görmüş geçirmiş bir amca değil, bilakis ahh ahh!

Oyun 4 perde, hiç beğenmedim, çok sıkıcı ve dahası yavandı (evet, özür dilerim, kişisel görüş tabii ki, siz ne sanmıştınız?..).

Efendim, bu günceyi beni tanımadan takip edenleriz olabilir, olmaktadır da nitekim, onlara birazdan kendim hakkında bugüne dek su yüzeyine öyle pek de çıkarılmamış korkunç bir gerçeği sunacağım, geliyor, hazır olunuz:

Emre Sururi tam bir tiyatro düşmanıdır!

Üzgünüm, ama durum böyle. Nedenini kesin olarak bilemesem de, sağlam bir tahminim var (educated guess – breh breh!). Şöyle buyurunuz, şu zaman makinesine bir girelim hele, gırç, gırç… tataaa! Sene 1994. Murathan Mungan‘ın Mahmud ile Yezida, Taziye ve Geyikler Lanetler oyunlarından mürekkep Mezopotamya Üçlemesi işte tam da o yıl, ben lise sondayken ilk defa olarak bir arada sahnelenmişti, hem de aynı kadro üç oyunu da oynamıştı. Kadrodan şimdi bir Erdal Tosun’u hatırlıyorum, bir de Musa Uzunlar’ı. Yapım tek kelimeyle müthişti. 3 oyun arka arkaya oynanıyordu, oyunlar arası 30 dakika kadar bir ara veriliyordu ve toplamda 6 saat civarında tutuyordu. Benim bildiğim o kadroyla hem de Şeker Bayramı’ydı yanlış hatırlamıyorsam 3 kere ardışık olarak oynadı, ben ilk günküne gitmiştim, sonra 3. gün de tekrar gittim.

Mezopotamya Üçlemesi’nden sonra seyrettiğim bütün oyunlar ilkokul piyesi gibi gelmeye başladı. Gene lise sondayken -daha önceden bu güncenin sayfalarında Mustafa ile anmışlığımız vardır- Robert Kolej’de sergilenen amatör oyunlara giderdik. Sonrasında devlet tiyatroları olsun, özel tiyatrolar olsun, bu arkadaşa (tiyatroya) pek çok kereler şans verdim ama ben ona şans vermeye devam ettikçe, o beni daha da hayal kırıklığına uğratır oldu. Perihan Mağden’in 9 Kasım 2002 tarihli, o meşhur tiyatro yazısı (alternatif link: index.php?msg=1892) hislerime tercüman oldu, o yazıdan aldığım cesaretle, fütürsuzca sağda solda tiyatrodan hiç mi hiç haz etmediğimi başım dik göğsüm çıkık dillendirmeye başladım (bu arada, baleden de oldum olası uzaklara kaçarım ama ne yazık ki pek sevgili PM daha bu konuda yazmadığı için, yazdıysa da ben kaçırdığım için şimdilik kısık sesimle kaçamak karalamalarda bulunmak durumundayım ;). Yahu, en sevdiğim adamlardan biri olan Löker‘in bitirme tezi olarak sahneye koyduğu Ionesco‘nun Kral Ölüyor‘una gitmiştik de, onda bile süperdüper bir vefasızlık/kendinibilmezlik/değerbilmezlik/hayhuyşorolopluk edip, suratımı ekşi bir şey yemişçesine büzmüştüm – utanmadan hala daha söylerim, hatta bak hala söylüyorum.. pofff!

Yani, sevgili eyy okuyucu, senin anlayacağın, bu satırların pek bir naçiz yazarı -ki bu kadar kirli şey gösterdikten sonra ayrıyeten belirtmeme sanırım gerek yoktu- bir tiyatro düşmanıdır ama içinde bir yerlerde, şimdiye kadar aslında tiyatro eserlerini beğenmeyişinin sebebi olarak çok erken bir zamanda çok iyi bir yapım izleyip, kıstas seviyesini buna göre ayarlamış olmasına bağlıyordu. Zaten bu yaz okuduğu iki Shakespeare oyununu (A Midsummer Night’s Dream ile Twelfth Night) da -hele de AMsND’i- çok beğenmiş olmasını buna bağlıyordu. Lakin, Çehov’un Vanya Dayı’sı ile Hanya’yı Konya’yı anladı (ah ah ah yok mu bu benim kelime oyunlarım!) Bir tokat gibi yedi yüzüne Çehov’un şamarını, baygınlıklardan baygınlık beğendi.

Lisanstayken bir ara eksiğim olarak gördüğüm edebiyatın Rus yakasına gireyim demiş ve Dostoyevski ile başlamıştım: ondan da ilk olarak -şansa bakın- Karamazof Kardeşleri. KK beni yerden yere çalmıştı. Sartre’dan yeni boşanmış biri olarak, bu saralı amcayla ufuklardan ufuk beğenmiştim demek ki böyle de olabiliyormuş! sayıklamaları arasında. Ondan hemen sonra Suç ve Ceza‘yı okudum ve baygınlık geçirdim. Ama sonrasında gelen Gonçarov‘un Oblomov‘u, bak o iyiydi işte, ve evet, dedikleri doğruydu, Oğuz Atay Amca, burnu kancaydı. Türkçe okutmanımız ve disconnectus erectus familyamızdan arkadaşımız çok sevgili Ömer Tacir’in kulakları çınlasın (sahi, kim bilir ne yapıyordur şimdi. Bir gün adını aratıp da google’da bulursa burayı ve dahi okumalardaysa şimdi bu satırları, selam olsun hocam! En son evlendiğinizi duydum yıllar evvel, o zaman tebrik edememiştim, bu zaman tebrik ediyorum!..), Ruskilerden Gogol‘un Ölü Canlar‘ını hararetle tavsiye etmişti. Şimdi bu noktada biraz duralım: elimizde bir KK’i çok çok beğenmiş, Oblomov’u fena bulmamış ve o sıralar henüz okumamış olduğu Yeraltından Notlarla dipleri keşfe çıkmamış, özetle Rus edebiyatından pek de umduğunu bulamamış bir yavrucağa YAZARININ TAMAMLAYAMADIĞI bir kitabı tavsiye etmek nasıl bir şeydir? Ve evet, sakın Ölü Canlar’ı okumayın, sonunda yarım kalıyor ama aslında bu iyi bir şey, birkaç yüz sayfa daha okumaktan kurtarıyor sizleri (hiç başlamamak her zaman için en iyi çözüm).

5-6 Rus romanı okuduğuma göre, hemen ahkamımızı keselim: Rus romanlarında, Rus romanı olduğunu bilmeden okuduğunuzda bile size kendi menşeini bağıra bağıra söyleyecek anormal bir candanlık var. Tam olarak candanlık diyemeyiz aslında, bir garip nezaket, coşkulu, aşırı duygu dışavurumları var. En karizmatik karakter mesela, bir anda, sevdiği/korktuğu/nefret ettiği bir başka karakterin ayaklarına kapanıp, gözyaşları içerisinde isteğini dile getiredurur mesela hemen her kitapta. Böyle de bir şey. Çehov Dayı da fazlasıyla nasibini almış görünüyordu Vanya Dayı’yla.

Bugün yanımda okuyacak bir şey olmadığından ve de 770’ime halihazırda yüklemiş olduğumdan ötürü, Vişne Bahçesi‘ne başladım ve evet, komedi olan buymuş (Ferhan Şensoy‘un Fişne Pahçesu hakkında adından başka hiçbir şey bilmiyorum bu arada). Aslında Murakami’nin WUBC’ından rasgele parçalar okumaya devam etmek de güzel olurdu ama bilmiyorum işte. Hatta Çehov okumayayım diye, fi tarihinde Salinger’dan görüp de indirdiğim “Epictetus’tan inciler” gibi bir başlığa sahip bir metne de göz gezdireyim dedim, neredeyse kusuyordum, bu sebepten ötürü, Vanya Dayı gibi bir sıkıntı (ama Kafka-sıkıntısı benzeri bir sıkıntı değil de, tavanabakanadam-sıkıntısı gibi bir sıkıntı) ertesinde cesaretimi toplayabildim. Gidişat yinegene hiç de iç açıcı değil malesef. Okumak istemiyorum okumak istemiyorum. Ben iyisi mi Woody Allen’ın Tanrı’sını edineyim bir yerlerden, onu yıllardır (ama çok yıllardır, orta 2’den filan beridir) merak eder dururum. Vardı bizim kütüphanede ama e-‘li versiyonunu bulamazsam o zaman alırım ancak.

Bu yazının özeti:
Sururi: 7 ; Çehov: -3; Tiyatoro: -4 ==> SURURI WINS! (Fatality!)

Kathy…

Sommerset Maugham’ın The Razor’s Edge‘ini kütüphaneden alırken, ona yarenlik etsinler diye, aynı raftan seçme hikayeleri ile Doris Lessing’in yıllar evvel çevirisinden okuduğum, çok beğendiğim ama pek az hikayesini hatırlayabildiğim The Story of a Non-Marrying Man‘ini de almıştım. Razor’s Edge ile olan muhabbettimiz bu bloga epey yoğun bir şekilde yansıdı, Doris Lessing’le yeterince ilgilenemedim, ayıp oldu biraz.. Razor’s Edge’e başlamadan evvel Maugham hakkında biraz bilgim olsun diye, Seçme Hikayeler’den ilk hikayeyi okumuş, açıkçası pek de beğenmemiştim… Geçen gün, elimde pek okuyacak bir şeyler olmadığından kelli, masamın üzerinde o günden beri boynu bükük duran hikayeleri aldım, serviste okumaya başladım. Birkaç sıradan sayılabilecek hikayenin ardından Psikoloji adındaki beni epey etkiledi. Maugham’ın sonuçta Razor’s Edge’de de yaptığı bir şeydi kendini kendi olarak olaya dahil etmek. Bu hikayede de bir kadın yazarla bir erkek vardı. Ama farklı olan şey, 3. tekil şahıs anlatımı olduğu halde, daha çok kadının bakış açısı yansıyordu betimlemelere – yine de Maugham’ın o upper-class ama daha da çok aristokrat dünya görüşü şüphesiz bütün öyküye yayılmıştı. Çok güzel bir hikayeydi, hatta nette bir yerde İngilizce’sini bulup benim blog’a da statik olarak aparttım. İşten eve toplu taşım aracı ile dönenlerdenseniz iyi bir kampanyon (8)) olabilir..

Kitaptaki diğer hikayeler de 1920’lerin burjuva yaşantısından kesitler sunuyordu. Genelde avamla pek ilgilenmeyen bir çoğunluk ile, iki kesime de olayın dışından bakabilmeyi becerebilen bir ya da iki kişi oluyordu. Bu “bir ya da iki kişi” yoksa eğer, o sefer de, iki kesim arasında bir kırılma sonucu geçiş yaşanıyordu. Genelde karakterlerden birine Maugham’ın kafasını takarak canlandırdım hikayeleri kafamda (Maugham nedense Ahmet Haşim’e benziyormuş gibi geldi bana ama benzemiyorlar aslında. Belki de benzerlikleri şudur: İkisi de sert ifadeli yüzlere sahip olsalar da epey duygusal insanlar…).

Ve gelelim sürprize: Kütüphaneden, kitapların ödünç sürelerinin yakında dolmak üzere olduklarına dair otomatikleştirilmiş bir mail aldım. Sıralanan kitaplar arasında Maugham’ın Seçme Hikayeler’i değil fakat Katherine Mansfield’in Seçme Hikayeleri vardı. Önce onlardan kaynaklı bir hata olarak addeddim bunu ama kitabın kapağını (kitap kara bir bez cilte sahip ve cildin üzerindeki yegane yazı sırtındaki “Seçme Hikayeler” başlığı) kaldırıp da içine bakınca yaşadığım şaşkınlığı tahmin edebilirsiniz.

Sonuç: Merhaba Kathy (1888 – 1923), tanıştığımıza memnun oldum (biraz, şöyle böyle). Elbet ileride yine görüşürüz lakin senden önce Çehov’a verilmiş bir sözüm var..

Hamiş: Tamam, Platon’un Şölen’inde de aynı şey olmuştu ama her seferinde şaşırmadan edemiyorum eski çağlarda da kafa adamların olduğuna!.. (hatta Razor’s Edge’de geçiyordu bu muhabbetin çok benzeri ama kitabı iade ettim az evvel, alıntılayamam şimdi, o kadar da lüzümlu değil hem).