Arka planda tezimdeki bir tabloda kullanmak üzere HyperChem’in ona verdiğim bir hesap sonucunu ithal etmesini bekliyorken, biraz laflayayım dedim.
Geçen hafta Jonathan Ames‘in The Extra Man‘ini bitirdim. Daha evvel söylediğimin aksine, önce Excession‘ı bitirip, ardından Extra Man‘e başladım. Kitap kötü değildi ama okuduğum diğer iki Ames’in tam ortasındaydı. Ne tam olarak I Pass Like Night‘ın duygusal ve samimi yaklaşımı, kısım kısım anlatımı, ne de Wake Up, Sir!‘ün absürd ve komik anlatımı, bir bütün oluşu… ne o ne o, ama tam arada, bu yüzden de biraz melez, biraz dışarıda. Daha evvel de söylemiştim, yine söylemek isterim: Batılı yazarların her seferinde aynı hikayeyi biraz değiştirip, temcit pilavı gibi önümüze sürmeleri çok ilginç geliyor bana. Tamam, tanıdıklık hoşunuza gidiyor, ama alışmadığım bir şey. Bunu geçen gün Bengü’yle Gürer’in yanında telaffuz edince benden acımasızca isim istediler, Ames dedim, Murakami‘yi, Murdoch‘ı söyledim ama orada kaldım açıkçası. Yine de, dediğim üzere, kitap kötü değil, sadece Ames’in kötüsü.
Extra Man’in bana kazandırdığı(?) W. Somerset Maugham‘ın The Razor’s Edge‘i oldu. Kitapta biraz ilerledikten sonra ve biyografisini okuduktan sonra, acaba Maurice’i de o mu yazmıştı diye düşündüm ama E.M. Forster’dı o yahu. 1995’te okuduğum o romandan aklımda pek az şey ve kahramanın doktora “Bende Oscar Wilde hastalığı var..” demesi kalmış. Bu arada, Extra Man gay’lerle ilgili değil, ya da ona gelene kadar asıl olarak travestilerle ve transseksüellerle alakadar oluyor. Bilge Karasu’nun bu kitabı okuması hayli ilginç olurdu nitekim, anlayabildiğim kadarı ile Henry karakteri ile Karasu’ya 180 derece zıt bir karakter çiziliyor.
Salinger‘dan (Seymour: An Introduction) tavsiye ile aldığım R.H. Blyth‘in yazılarından derlenen Games Zen masters play rezaletinden sonra Razor’s Edge hala patlak vermedi, bakalım. Zen’ci insanlarda ve aşmış entellektüel insanlarda (bu insanlara hemen örnek olarak Roland Barthes’ı verebilirim) pek de tahammül edemediğim bir kusur çok konuşmak ve yazmak… Satoriye ulaşmış bir insan NEDEN diğerlerini de ulaştıracağım diye çırpınır durur ki? Her konuda engince, bütün entellektüelliğiyle, her açıdan yazmayı başarmış Roland Barthes’a tercih edeceğim yegane kişi her konuda engince, bütün entellektüelliğiyle, her açıdan düşünen ve yazmamayı başarabilmiş bir Roland Barthes olurdu şüphesiz. İnsanlardaki bu “bilgiyi paylaşma, coşma koşma lalala” isteğine asla anlam veremedim. İdeal düşünürüm hayatının %60’ına kadar konuşup yazmış, ardından aydınlanmış ve kalan %40’ını da sessiz bir şekilde geçirmiş bir kişi olacaktır nitekim, duyurulur (erkeklerde askerlik ile ilişiği olmaması, bayanlarda Q-klavye kullanımı ayrıca aranan nitelikler arasındadır).
Birkaç gündür (daha da uzun süredir) Yazoo’nun Alison Moyet’ini dinliyorum. Kültür başkentim İngiltere. Kesinlikle. Yazarları açısından öyle bir düşkünlüğüm olmasa da müzik, aksanları ve komedileri. Tartışmasız. Şimdi güzel güzel “Edebi” kategorisinde gider iken, küt diye müzikten bahsedince olmadı tabii.. olsun. 8)
Neredeyse yazmayı unutuyordum: Maugham sayesinde yeni ve ilginç bir şeyden haberdar oldum – I. Dünya Savaşı süresince meğerse birtakım yazarlar Literary Ambulance Drivers adlı bir oluşuma katılmışlar…
Hemingway — Yanlış hatırlamıyorsam “Farewell to Arms”daki esas oğlan da ambulans şoförüydü. Hemingway belki LAD’daki maceralarından esinlenmiştir.
Hemingway — yep, A Farewell to Arms’da ambulans şöförüydü ama o kitap İspanyol İç Savaşı’nı (artık ne kadar “iç” savaşı denebilirse!) konu alıyordu yanlış hatırlamıyorsam… Hem belki orada da ambulans şöförü olarak görev yapmıştır diyeceğim ama 1936’da meşhur olmuştu çoktan, gidip gazetecilik yapmıştır, şöförlük ağır gelmiştir belki. İşin komiği, hani röportajlarda derler ya, “5 yaşımda Rus klasiklerini, 7 yaşımda ise Fransız klasiklerini bitirdim” filan diye, ben Silahlara Veda’yı orta hazırlığa giderken (10-11 yaşımda) okumuştum. Ha, bir şey anlamış mıydım? Hiç zannetmiyorum, hatırlamıyorum ama Hemingway’e ilerleyen yıllarda hiçbir şekilde ısınamayışımın (macho pig!), yazdığı şu ateşi çıkan çocukla babasını anlattığı kısa hikayesi dışında tadına baktıklarımdan hiçbirini sevemeyişimin nedenini belki de tam da o zamanda aramak lazım! 8)
Ames — Extra Man’in ortalarındayım. Aslında Fazladan Bir Adam’ın ortalarındayım desem daha doğru olur çünkü çevirisini okuyorum. Kitabın giriş bölümü beni derinden etkiledi;) Aynaların karşısına geçip pozlar verme, Henry ile tanışma aşaması, Henry karakteri, çeşitli ücretli sosyal etkinliklere ücretsiz katılma çalışmaları vb gerçekten takdir edilesi bir durum. Şimdiye kadar okuduğum bölümler arasında olmasa da olur dediğim bölümler de oldu. Kitabı bitirip yorumu öyle yazayım diye düşünüyordum ama görüldüğü gibi sadece düşüncede kaldı.
Toplumun genel yapısına karşı duran, ayrıksı yaşayan, kendine özgü bir yaşam biçimi geliştirmiş karakterler en çok sevdiğim karakterler oluyor. Şimdilik Henry de bunlardan birisi.
Aynı hikayeyi getirip önümüze seren yazarlara bir örnek de ben vermek istiyorum. Beckett. Kendisini çok severim (eserleri kastedilmektedir.) Hemen hemen tüm kitaplarını okudum. Bir oyununu seyrettim. Başka bir oyununu okudum ama bazı ufak tefek üslup değişikliklerini saymazsak Beckett’ın da tüm kitapları (anlatılan hikayeler) birbirine benziyor ama ben buna rağmen kitaplarını okuyorum. Bu durumun -benzer hikayelerin- dezavantajları olduğu gibi avantajları da oluyor. Aynı yazarın yeni bir kitabına başlarken acaba bunda neden bahsediliyor kaygısı yaşanmıyor. Yazar ilk kitabında sizi sıradan dünyanın dışında bir dünyaya götürüyor. Eğer siz o dünyayı sevdiyseniz ya da kendi yaşantınıza benzer yönler gördüyseniz tekrar o dünyaya gitmek istiyorsunuz. Bu da olayın kahramanlarının/anti-kahramanlarının isimlerinin değiştiği ve aynı olayı anlatan kitapları okumakla oluyor. Böyle bir istek duyuyorsunuz içinizde. Toparlayamadım. Sanırım toparlayamayacağım da. Yazının içinde geçen bir cümle ile bitiyorum. “Tamam, tanıdıklık hoşunuza gidiyor.”
Ames & Beckett — Beckett ya! Birisi “Ben Beckett okurum” dediği zaman, istemdışı olarak önünde saygıyla eğilmek gelir her seferinde içimden – bir türlü beceremediğim bir şey… Ayrıca Beckett’in “konulu” bir şeyler yazdığından da bihaberdir, bir türlü yakıştıramıyorum pis İrlandalı’ya (İskoç muydu yoksa? Yok, yok İrlandalı olması lazım). Benim kafamda Beckett Joyce ve Kafka ile aynı bankta oturup, “çok istesem konulu bir şeyler de yazarım ama ne uğraşacağım, al sana boşluk” diyen yazarlar takımındaydı. Burada (bu blogda) daha evvel yazdım mı, bilmiyorum ama FKK’ma yazdığım bir mektupta da belirttiğim üzere, “Her seferinde aynı hikayeyi farklı bir romanla anlatmak -bizim- Doğulu yazarlarımız için bir lüks!” sanırım. Bir de Bengü’yle yapageldiğimiz acımasız bir Iris Murdoch esprimiz vardır… Bir dönem teyzenin 7-8 kitabını art arda okuyunca görmüştüm ki, hep aynı roman… Son romanı Jackson’s Dilemma’da anlatımda filan epey büyük boşluklar olduğunu okumuştum bir yerlerde (bunu Alzheimer’ına bağlamışlardı), halbuki biz Bengü’yle onun Alzheimer’ının -Allah bizi affetsin ama- daha ikinci romanından itibaren vuku bulduğunu saptamış idik.
(
Iris Murdoch: John, bak bu yeni kitabım, öncekilere hiç benzemiyor, tamamen farklı!
John Bayley: Ha, öyle mi Iris, bakayım, aaa, hakikaten dei ne kadar farklı olmuş (içinden: yahu, bari en azından farklı bir başlık olsaymış.. Yok, yok, yarından tezi yok, doktora götüreceğim ben bunu..)
)
Yine de, tabii ki Black Prince, hele ki The Sea, The Sea!.. ve bir türlü unutamadığım Philosopher’s Pupil..
Üçleme — Bir Cemal şiirinden 1 dörtlük ile başlayayım.
“Selam size büyük durumlar, doruk anlar
Dağ görgüsü kazanır Ağrı’yı bir kez görse de kişi
Marmara’dan yirmi yılda çıkaramayacağı gerçeği
Okyanusu beş dakika seyretmekle kavrar.”
Beckett, sanırım Godot’yu Beklerken’den sonra biraz gündeme geliyor, o zamana kadar az bir kesim okumuyormuş kitaplarını. Joyce ile de kanka olmaya yakın bir ilişkileri vardı sanırım. Hatta Joyce’un kızına aşık oluyordu ama kız pek yüz vermiyordu ya da buna benzer birşey. Ulysses’in fransızcaya çevirisini de yapan o muydu yoksa? Beckett’ın “üçleme”si gerçekten iyiydi yani ikinci bölümdeki baba oğul diyalogları. Baskısını bulamadığımdan bir arkadaşımdan ödünç alıp okumuştum. Godot’yu Beklerken’i saymazsak en beğendiğim kitabıdır.
Joyce’un Ulysses’ine geçen yaz başladım, son bölüme kadar geldim, kitabın bitmesini istemediğimden olacak hala o bölümdeyim.
Kafka’nın “Şato”sunda biraz sıkılsam da “Dava” ve öykülerini zevkle okuduğumu söyleyebilirim.
İris Murdoch ile henüz tanışamadım ama yakındır.
Fazladan Bir Adam’ı birkaç gün önce bitirdim. Vize döneminin keyifli geçmesini sağladı kendisi:) Kitabı bitirdiğimde Gece Gibi Geçiyorum’u aradım nette ama baskısı yokmuş:(
Listeden devam ediyorum. “Romanımla Sana Bir Ses…” iyi başladı ve iyi gidiyor.
Cemal ile başladım Cemal ile bitireyim.
“Belki de biraz geç rastladım sana
Ama her şey geç gelmiyor mu yurdumuza
1929 buhranı bile geç gelmemiş miydi
Eksikliğe mi alışmışız, mutsuzluğa mı yoksa”