Nadas

Bugün önce Meren‘in bloguna baktım, oradan Duygu Hanım‘ın bloguna yumuşak bir geçiş ve sonrasında da, tavsiyelediği Barış Erkol’un ISBN 976-08-6‘sında Samantha Wolow‘la karşılaştım. Aşağıda görmelerde olduğunuz müthiş güzel fotoğrafı oradan aldım. Tek fotoğraf da elbet güzel giderdi ama yanına da meze olaraktan benim eski yazılardan birini oturtmak geldi içimden. Az fotoğraf bilgim olduğundan, aklım hemen Robert Doisneau’nün Le Baiser du Trottoir / Le Baiser de l’Hotel de Ville‘ine gitti. onun resmini arar iken bir nefis resmini daha buldum – yalnız bu resmin adını ararken başka hiçbir yerde bulunmadığını fark ettim ve Doisneau olmayabileceğini de.. Belki bir tanıyan çıkar..

son kez.

neden diye sordu beriki.

diğeri ona baktı, ağlayacaktı, düşündü, durdu, kendini durdurdu. ağlamayacaktı. herkes o gün ölmüştü ama cesetleri dolaşıyordu ortada. şu giden bir cesetti, ama öldüğünü bilmiyordu işte. biri ona söylemeliydi. otobüstekiler, ayaktakiler, koşanlar, ölenler, hepsi, hepsi cesetti artık. geriye onlardan hiçbir şey kalmamıştı. kalktı giyindi. kendine bir kuş seçti bulutlardan, sonra kapıyı sertçe kapattı. gitti. yeni bir ölüme başlayacaktı ve bu onu tedirgin ediyordu. makyajını yolda yaptı, ilk gördüğü erkekle sevişti, erkek ona hiçbir şey söylemedi, boşalırken ağladı belli belirsiz. sonra oradan koşar adım uzaklaştı ayakkabısının bir tekini olay mahalinde bırakarak. yağmur başladı. yağmur iyiydi sonra. denize koştu, soyundu, kendini soğuk sulara bıraktı, girdaplar onu dibe çekti, boğuldu, öldü.

kuruladı kendini, havlusu kumlandı.. şarkı söylemek istedi ama aklına hiçbir şarkı gelmedi. hafızasını kaybetti. koşar adım evine döndü. asansörde çıkarken yanındaki kadının ölüsüne baktı dikkatlice, kadının topuklu ayakkabılarını rüküş bulduğunu söyledi. katına geldi asansör, çıktı, kapısını açtı, yatağının üzerinde bavulu vardı. içinden tabancasını çıkardı, aynaya bakarak intihar etti. öldü.

NEFES ALAMIYORUM! dedi içinden bir ses.

son kez..

11 Eylül 1996.

Rashit – Her şeyin bir bedeli var

Rashit’i 1999 model Telaşa Mahal Yok albümlerinden biliyordum, biraz Sex Pistols, biraz Buzzcocks, Clash riffleri, güzel bir albümdü, sözlerin siyasi ve Türkçe olması zaten değerlerini bir kat daha arttırıyordu. Gerçi bağlantıdan da ulaşabilirsiniz ama üşenenler için bir örnek alayım bu noktada:

Paran Yoksa Öl!

Selam versek almazlar, rüşvet değildir diye
Halimizi sormazlar, aptal olmadık diye
Ne varsa hep çaldılar, hırsızlık meslektir diye
Hesap sorsak vurdular
Hesap sormak hainliktir diye
Düşünceleri belli, ne eksik ne fazla
Paran yoksa yaşamak haram sana
Ya hain olursun, ölürsün sokakta
Ya kahraman olur, vurulursun dağlarda
Paran yoksa öl…
Yoksullar hep haindir
Çünkü aç olan isyan eder
Şehitler hep fakirdir
Çünkü zenginden olmaz asker
Gecekondu çocukları
Dağlarda nöbet bekler
Başkasının çocuğu yat üstünde karı öper

Böyle bir şeydi Rashit. Evelsi gün son albümleri Her şeyin bir bedeli var‘ı aldım. Keşke almasaymışım. Niye popülerlik kaygısı, niye Punk’tan uzaklaşma? Pöff.. Şu anda Kurban’ın Sert!‘le ulaştığı noktada bekliyorum, bu noktadan ilerisi için tavsiyelerinizi beklerim efenim. 2/5 BZ demeyiniz, gelsinler başımızın üzerinde yerleri var. Baba Zula değil ama Zen (hele de Bakırköy Akıl Hastanesi konseri!), Nekropsi ve Mustafa sayesinde tanıştığım Replikas’la (şimdilik Avaz) durumu kurtarmaya çalışıyorum. Yazık bana.. 8(

Jonathan Ames

Jonathan Ames ile 1994 yılında, 1993 tarihli, İletişim Yayınları’ndan Fatih Özgüven ile Murat Tüfekçioğlu’nun çevirisiyle çıkan, Gece Gibi Geçiyorum vesilesi ile tanışmış ve hayli etkilenmiştim. Fakat tanışıklığımız o aşamada kaldı nedense.

Geçen aylardan birinde, bir arkadaş ile ilgili bir giriş yapayım istedim ve aklıma, düşününce mantıklı olarak, kitaptan “Dostum Alışverişe Çıkan Beyefendi” (My Friend, The GentleMan Shopper) pasajını alıntılamak geldi. Hem bu sebepten, hem de kitabı özlediğimi fark ettiğimden, kitabı almak için kaç yere sorduysam da, bir türlü ulaşamadım. Türkiye ve P2P’lerde rastlayamayınca, o sıralar Türkiye’ye gelme hazırlığı yapmakta olan Yasemin yetişti. Ondan kitabın orijinalini rica ettim. O da sağolsun, aramış fakat bulamayınca yine Ames’in Wake Up, Sir!‘ünü getirmiş bana. Derken, birkaç hafta önce “memleketi” Minnesota’ya gidecek olan Bayram Hoca‘dan rica ettim. Sağolsun, o da şehirdeki kitapçıların altını üstüne getirip, sonunda I Pass Like Night‘ı ele geçirmiş. Kitabı nihayet, Ece için almış olduğu Minnesota Üniversitesi amigo kız kıyafeti ile birlikte geçen hafta teslim aldım 8). Kitap hâlâ çok güzel. Bu arada, itiraf etmeliyim ki, İletişim Yayınları’nın kapağı, orijinalinden daha çok yakışıyor. Hem uslup, hem de tema gene beni benden aldı. Okuyup okuyup da çok merak ettiyseniz, vaktiyle Epigraf’a koyduğum Son Kapıdan Dışarı pasajını, ya da My Friend, The Gentleman Shopper‘ı okuyabilirsiniz.

Other Wind

Tehanu‘dan sonra, Tales from Earthsea‘den, UKLG’nin tavsiyesi üzerine Dragonfly‘ı okuduktan sonra, Other Wind‘e başladım. Pek fena değil ama ne ilk kitapların hareketliliğini, ne de Tehanu‘nun dinginliğini verebiliyor. Şimdiye kadar kitapta en çok hoşuma giden, teyzenin hayvanlar üzerine yaptığı şu tasvir oldu:

Otak, Ruth Robbins
As they walked back to the Old Mage’s house, the kitten tucked inside Alder’s shirt, Sparrowhawk explained. “Once, when I was new to the art, I was asked to heal a child with the redfever. I knew the boy was dying, but I couldn’t bring myself to let him go. I tried to follow him. To bring him back. Across the wall of stones… And so, here in the body, I fell down by the bedside and lay like the dead myself. There was a witch there who guessed what the matter was, and she had me taken to my house and laid abed there. And in my house was an animal that had befriended me when I was a boy on Roke, a wild creature that came to me of its own will and stayed with me. An otak. Do you know them? I think there are none in the North.”

Alder hesitated. He said, “I know of them only from the Deed that tells of how… how the mage came to the Court of the Terrenon in Osskil. And the otak tried to warn him of a gebbeth that walked with him. And he won free of the gebbeth, but the little animal was caught and slain.”

Sparrowhawk walked on without speaking for twenty paces or so. “Yes,” he said. “So. Well, my otak also saved my life when I was caught by my own folly on the wrong side of the wall, my body lying here and my soul astray there. The otak came to me and washed me, the way they wash themselves and their young, the way cats do, with a dry tongue, patiently, touching me and bringing me back with its touch, bringing me back into my body. And the gift the animal gave me was not only life but a knowledge as great as I ever learned on Roke… But you see, I forget all my learning. “A knowledge, I say, but it’s rather a mystery. What’s the difference between us and the animals? Speech? All the animals have some way of speaking, saying come and beware and much else; but they can’t tell stories, and they can’t tell lies. While we can…”

“But the dragons speak: they speak the True Speech, the language of the Making, in which there are no lies, in which to tell the story is to make it be! Yet we call the dragons animals..”

“So maybe the difference isn’t language. Maybe it’s this: animals do neither good nor evil. They do as they must do. We may call what they do harmful or useful, but good and evil belong to us, who chose to choose what we do. The dragons are dangerous, yes. They can do harm, yes. But they’re not evil. They’re beneath our morality, if you will, like any animal. Or beyond it. They have nothing to do with it.”

“We must choose and choose again. The animals need only be and do. We’re yoked, and they’re free. So to be with an animal is to know a little freedom…”

UKLG, The Other Wind

Vaktiyle Cemal Süreya, kediler üzerine, polis köpeği olmasına rağmen, hiç polis kedisi görmediğini bildirmişti. Vaktiyle, ben de şöyle bir yorumda bulunmuştum: Kediler, kötü olmamakla birlikte, iyi hiç değildirler.. Vaktiyle zaten bir sürü şey vardı kedilerle ilgili…

Hayat memat..

Okuldayım, Barış’la benim odada takılıyoruz: O Halil Hoca’nın bilgisayarına WinXP kurmakla, ben de eski resimleri taramakla meşgulüz. Geçen hafta Bera ile Mustafa Ankara’ya bebek sevmeye gelmişlerdi, onların vesilesi ile eski resimleri saçtık ortaya, anılar da ikramiyesi oldu. Sonuçta dile kolay, 10 seneden fazla bir süredir arkadaşız. Mustafa’yı da, Bera’yı da iyi gördüm. Otel Paris’te (Muhtarevi) kaldılar, o Otel Paris ki, 1994 yılında Devrim ve Tolga ile gerçekleştirdiğim ilk Ankara seferimde kaldığımız oteldi…

Bera, Musti, Ben, bir de bizim kız 8)