Dan Tobin ya da Surgical Strikes

Nette Blog Salinger Ames anahtar kelimeleriyle bir aratma yapmıştım ki, başlıkta adı geçen şahsiyetin Surgical Strikes başlıklı bloguna rastgeldim. Yazılarında bariz bir Jonathan Ames havası var, ciddi komiklerden; hani şu insanın aklına ince, kemik gözlüklü ve kel (mesela… Moby!) entellektüelleri getiren tiplerden gibi geliyor..

I’ve been reading a blog that makes me uncomfortable. It reveals incredibly personal things about its writer and just tells too much. I’ve read stuff like that before and didn’t care, but I tangentially know this person, and she has no idea I’m reading it. I know her tangentially enough that it would be weird if she found out, weirder still if she found out I was referred by a third-party who knows her even more tangentially. When I saw her the other day, I felt like I was interfering with an experiment, like I was an actor in The Truman Show, interacting with Jim Carrey when the producer said not to. I mean, I say it every time someone shuts down a blog that gets “discovered”: if you don’t want people to know you slept with your boss, don’t put it on Blogspot. Still, I feel like a peeping Tom.

And now a word from our bullet points

Dan TobinOur eighth grade social studies teacher loved giving creative assignments, and I loved doing them. For a group presentation on cavemen, I played Danahue, questioning my guests, running through the audience, looking skyward and crying, “Caller, are you there?!” My most notorious moment came during an assignment on ancient Sumeria. We set up a desk at the front of the classroom, my co-anchor and I sat behind it, and I put on a deep newscaster’s voice:

“I’m Dan Tobin and I’m not wearing any pants. Tonight, our top story in Phoenicia…”

Completely ripped off from Kentucky Fried Movie, but the teacher loved it to the point that he made me repeat the first line when we finished. He laughed again, we got an A, and my friends and I celebrated.

But that’s not the kind of stuff that makes you popular with your classmates. Or gets you dates. Or wins you school elections. It is memorable, though, and it tends to follow you out of the classroom. And into gym class and around recess and after school. Maybe for years. (Perhaps even into blog comments…) And until I had a moment of clarity years later, I acted like the Fresh Prince’s mom — if they’re laughing you don’t need ‘em, ’cause they’re not good friends. Tease me all you want, that just means you don’t get the joke.

Making of a class president, Pt. 1 of 5: Class history

mouse kıskançlığı..

-başka bir freudyen kıskançlıkla karıştırmamanız dileğiyle-

Linux kullananların mouse ile dünyanın en doğal şeyiymişçesine yaptıkları copy/paste olayını hep hasetle izleyegelmişimdir. Hop hop hop, şu cümle öbeğini mouse’un sol tuşuna basarak işaretleyelim, yapıştırmak istediğimiz yere gidelim ve hop hop hop, bir orta tuş hareketiyle işte artık burada! Ne büyük bir mutluluktur! Ayrıca aynı uygulamada olma zorunluluğunuz da yoktur.

Prof. Google pek çok şeyi biliyor ama gelin görün ki, genel şeyleri zor aratıyorsunuz kendisine. Geçmişte bir-iki arama denemem olmuş idi Windows için böyle bir olanak sağlayacak programcığı ama netice alamamıştım. Geçen gün dellendim ve nasıl olduysa doğru anahtar kelimeleri bir arada kullanabildim.

Sonuçta bulduğum, True X-Mouse adında bir uygulama idi. Çok az yer kaplıyor, istediğinizde kapanıyor, kullanımı kolay. Ama gelin görün ki fazladan bir takım özelliklere sahip ve benim gibi yılların Windows kullanıcısının alışık olmayışı işleri zorlaştırıyor. Sonra, davulun sesinin o kadar da hoş olmadığını anlıyorsunuz:

  • Bir kere orta-tuşu yapıştırma işlemine ayırmak, aynı zamanda orta-tuşu yapıştırma işlemine ayırmak anlamına geliyor. Hayır, sarhoş değilim ama demek istediğim ben paşa paşa IE7.0RC1’imi kullanırken, bağlantılara orta-tuşla bastığımda bir web sayfasına paste girişiminde bulunulmasını değil, o bağlantının yeni bir sekmede açılmasını istiyorum.
  • İşaretlediğiniz şeylerin kopyalama kaşesine atılıyor olması, işaretlediğiniz şeylerin kopyalama kaşesine atılıyor olması anlamına geliyor. Yani sadece mevcut metne ekleme yapabilirsiniz, ben şurayı işaretleyeyim, yapıştırma yaptığımda misler gibi bu işaretlediğim yer gitsin, yapıştırmak istediğim şey gelsin, ı-ıh, yok öyle bir şey. 8(
  • Diyelim ki bir web sayfasından notlar alıyorsunuz (yani mouse’la işaretliyorsunuz) ve bunları bir word dökümanında saklıyorsunuz (yani word dökümanına yapıştırıyorsunuz). Eğer iki ekranınız yoksa, ekranı kaplayan HTML dosyasından işaretlemenizi yaparsınız, Word’e geçersiniz, ekranınız bu sefer Word tarafından kaplanır, yapıştırmanızı yaparsınız, sonra yine HTML’e geçersiniz… her seferinde odaklanılmış olan pencere en öne gelir çünkü ki, bu da yeterince can sıkıcıdır. Bu programcık, mouse işaretinin altında tesadüf eden pencereyi odaklıyor fakat onu en öne getirmiyor. bu şekilde, siz bir önceki örnekte, web sayfasından seçiminizi yapıp, ucundan kıyısından birazı görünen Word dökümanının üzerine gidip, orta-tuşa basıyorsunuz. Saadet bu değil de nedir? Bilmiyorum ama pek saadet değil. Diyelim o Word dökümanını okumak istediniz: normalde herhangi bir görünen yerine bir tık, en öne geliverir. Ama artık öyle değil güzelim, paşa paşa ya görev çubuğundan, ya Alt-Tab kardeşlerden, ya da tepesine klikleyerek öne getirebiliyorsun. Ayrıca diyelim ki Word en önde, bir şeyler yazıyorsunuz, arka tarafta da alıntılamak istediğiniz bir web sayfası görünüyor. Mouse’la gidiyorsunuz, işaretlemenizi yapıyorsunuz, aklınıza bir şeyler geliyor, bunları da yazayım diyorsunuz ama basıyorsunuz basıyorsunuz hiçbir karakter çıkmıyor! Neden? Çünkü sizin aklınız ve gözünüz önünüzdeki Word penceresinde iken, mouse imleciniz ve parmaklarınız taa arkada, ufukta görülen web sayfasında…

Şimdi kontrol ettim, programın boyutu 40KB civarında. Biraz daha yazsam geçeceğim 😉

Bu saydığım rahatsızlıkların her birine çözüm bulabilmek mümkün değil (düşündüm, oradan biliyorum 8). Demek ki neymiş çocuklar? Her şey göründüğü kadar rahat değil imiiiiş! Lalal!

Hamiş: Aranızda “Ay bu Linux’ta ne kadar cici uygulamalar” var diyen Windows’çular varsa bu adrese bir baksınlar, tavsiye ederim. Dos ekranında grep kullanmak çok havalı oluyor, sonra yıllardır hasretini çektiğim whoami komutu da size gereken cevabı veriyor 8)

whoami

GUBEN Blogger’ım benim..

…arka planda disq sayesinde haberdar olup da, dubayou vasıtasıyla yürüttüğüm Final Fantasy – Silence klibini çalmalardayım müziği için (gene disq’den öğreniyoruz ki dinlemekte olduğumuz ilahe Sarah McLachlan imiş).

Son iki-üç gündür GUBEN Blogger’da coştum. Gerçi Yapılacaklar başlıklı statik sayfada bir kısmını yazmıştım. Yeni bilgisayara henüz Pardus’u kurmadım, yeni sürümünün çıkmasını bekliyorum, hazır Mozilla Thunderbird’den de memnun kalmamışken, güzide The Bat!’ime geri döneyim dedim ve döndüm — Bat güzel olmasına güzel de, feed desteği yok. Ben de neti şöyle bir kurcaladım Windows için kullanışlı bir feed reader bulmak gayesi ile. Birkaç tane deneyip beğenmedikten sonra (malumunuz Windows’da Akregator’ımız yok pisim), SharpReader’ı buldum, kurdum, memnunum.

Benim başkalarının XML feed’lerinden yürüte yürüte yazdığım besleme şablonu yeterli olur sanıyordum ama elalem fezaya varmış bu konuda. Birkaç tag daha ekledim ama asıl yenilik, Well-Formed Web özelliği oldu, çok takdir ettim. Olayı şu: beslemenizde bir blog item‘ına tag olarak yorumlarının olduğu beslemenin adresini bildiriyorsunuz, eğer feed-reader‘ınız destekliyorsa, yorum geldikçe onları da otomatik olarak ilgili yerlere topluyor. Hatta bakınız Şekil A:

Yorum Beslemesi

Sonra, blogger, gönderilen her resmi uygun boyuta getirip, kalitesini de biraz kırpıyordu – işliyordu yani sonuçta ki, bu da animasyonlu ve/veya şeffaf resimlerde hüsranla sonuçlanıyordu, onun önüne geçtim.

Evvelden küsel küsel kodmuştum: yorum yapan bir amca bir kere bilgilerini girdikten sonra, o bilgiler bir kurabiyede saklanıp, bir sonraki gelişinde temcit pilavı olarak tekrar kendisine sunuluyordu, bir şekilde, güncelleme yaparken ilgili dosyaların eski hallerini yüklemişim, farkına da varmamışım, neyse, zararın neresinden dönülse kârdır zaten.

Başka başka? Patron sayesinde bildiğim Webalizer/Geolizer’ı kurdum, baktım kim nereden, nasıl geliyor deyu deyu. Bir de IP’lere whois (whereis değil 8P) çekse imiş, numero uno olacakmış, ha bir de bilmemne.php?id=5 ile bilmemne.php?id=6’nın aslında aynı dosya olmadıklarını… Aman, bana da hiçbir şey beğendirilemiyor efendim!

Bir de : feed.php’ye parametre desteği ekledim, çok kolay oldu 8) artık ../blogs/bilmemkim/feed.php?limitt=100 derseniz, varsayılan 10 mesaj yerine, son 100 mesajı çekebileceksiniz. Arşivciler, gözünüz aydın 8P

Sözün özü, GUBEN Blogger‘ımı çok seviyorum, yakında inşallah birazcık daha derleyip toparlayıp dağıtıma sokacağım.

Player of Games

Kitaptan tam Turanlık bir yere rasgeldim..

‘All reality is a game. Physics at its most fundamental, the very fabric of our universe, results directly from the interaction of certain fairly simple rules, and chance; the same description may be applied to the best, most elegant and both intellectually and aesthetically satisfying games. By being unknowable, by resulting from events which, at the sub-atomic level, cannot be fully predicted, the future remains malleable, and retains the possibility of change, the hope of coming to prevail; victory, to use an unfashionable word. In this, the future is a game; time is one of the rules. Player Of Games / Iain M. Banks Generally, all the best mechanistic games – those which can be played in any sense “perfectly”, such as grid, Prallian scope, ‘nkraytle, chess, Farnic dimensions – can be traced to civilisations lacking a relativistic view of the universe (let alone the reality). They are also, I might add, invariably pre-machine sentience societies.

‘The very first-rank games acknowledge the element of chance, even if they rightly restrict raw luck. To attempt to construct a game on any other lines, no matter how complicated and subtle the rules are, and regardless of the scale and differentiation of the playing volume and the variety of the powers and attributes of the pieces, is inevitably to shackle oneself to a conspectus which is not merely socially but techno-philosophically lagging several ages behind our own. As a historical exercise it might have some value. As a work of the intellect, it’s just a waste of time. If you want to make something old-fashioned, why not build a wooden sailing boat, or a steam engine? They’re just as complicated and demanding as a mechanistic game, and you’ll keep fit at the same time.’

Iain M. Banks, The Player of Games

all we are is dust in the wind…

ya da ramazan geldi hoş geldi…

Başlık (şu içinde dust geçen) Kansas’ın 1977 tarihli bir şarkısından. Gürer Bey’in vaktiyle düzyazıya attığı bir mesajda buldum, beğenip alıntıladım. Zaten asıl niyetim de, o mesajda olduğunu bildiğim bir diğer inciyi alıntılamaktı:

Ramazanın sırrı gün boyu aç durup akşam yemek değil, 11 ay pidesiz kalmaya dayandıktan sonra pideye kavuşmaktır.

Ben pideye o kadar düşkün değilimdir. Saati 4.20’ye kurmuş idim, burada imsak 5.05’te olacaktı, alarmı kapatıp uyumaya devam etmişim, şöyle bir gözümü açtığımda 4.56 idi meret, pek de panik olarak tanımlanamayacak bir şekilde kalktım, mutfağa gidip bir şeyler atıştırdım, ama daha önemlisi iki çanak su içtim, dişlerimi fırçalarken ezan okundu.

Hoşluklar: Bu all we are dust in the wind nedir, neredendir diye enternette araştırma yapıp, (Sezen’in kulakları çınlasın) Prof. Google’a danıştığımda, Google Desktop atlayıp, gayet gereksiz bir şekilde T.S. Eliot’ın Prufrock and Other Observations‘ını önerdi, “bak işte şurasında dust, burasında wind, burasında da all filan geçiyor..” mealinde. Bugün (cts) akşama doğru Consider Phlebas bitti – bir serinin ilk kitabı olarak doğrusu hayli yoğun olmuş, biraz sulandırmak, o yapılamıyorsa, by-pass geçmek gerekiyor Disq, haberin olsun. Yatmadan evvel The Player of Games‘e başladım, daha bir kolay okunabilir havası var, hem zaten anladığım kadarı ile serideki kitaplar birbirlerinden sümme bağımsız. Banks, serinin ilk ve son kitaplarında TSE’nin kapısını çalmış. Çorak Topraklar‘a ben de herkes gibi saygı duyarım. Phlebas’ın olduğu Suda Ölüm kısmı iyidir, vurucudur lakin, benim favorim açılışı da yapan Ölülerin Gömülüşü bölümüdür. Hatta ‘Eliot’ Suphi Aytimur’un hakikaten nefis tercümesiyle:

Nisan en zalim aydır, gövertir
Leylakları ölü toprakta, yoğurur
Anılarla istekleri, uyarır
Uyuşuk kökleri bahar yağmuruyla.
Kış, sıcacık tuttu bizi, örter
Toprağı unutkan karla, sürdürür
Kısır bir hayatı kuru köklerle.

ve tabii ki:

Bir tanış görüp durdurdum haykırarak, “Stetson!
“Sen ha! Gemilerdeki yoldaşım benim, Mylae’de!
“Şu ceset, bıldır diktiydin ya bahçene,
“Filiz verdi mi? Bu yıl durur mu çiçeğe?
“Yoksa o beklenmedik don bozdu mu tarhını?
“Öyleyse uzak tut köpeği, insanların dostudur,
“Yoksa tırnaklarıyla kazıp çıkarır gene!
“Sen! hypocrite lecteur! – mon semblable, – mon frère!”

(Şiirin orijinaline buradan, çevirisine ise buradan ulaşabilirsiniz, by the way..)

Yazdıkça yazılacak şeyler beliriyor, iyisi mi burada ara vereyim.

-Ama nargileden bahsetmemek olmaz. Cuma günü Tömbeki’de keyif yapıp çıkmış idim ki, Tenedos’un önünde karşı istikametten gelen Dee ve Doruk ile karşılaştık. Nargile sefasından gelmekte olduğumu belirtince, Dee haklı olarak bloguma yazmış olduğum ilgili girişi hatırlattı. Ben de ona bu bloga yazdığım her şeye inanmamasını tavsiye eyledim 8). Bir nevi guilty pleasures durumu. Tatilde de kokkolalayt günlerime dönmüştüm zaten. 8P

Buyurunuz, bu aşağıdaki de, Gürer Bey’in pide üzerine belirttiklerini alıntılamam karşısında kendisine yaptığım ödeme olsun. Ve Valentine.. ah Valentine.. Consider Phlebas‘ın Perosteck Balveda’sı nedense Faye’i anımsattı bana..