Jim Jarmusch

Cumartesi günkü Radikal gazetesinde, Fatih Özgüven, köşesinde Jim Jarmusch‘a olan sevgisinden ve Michael Haneke’ye olan nefretinden dem vurunca, “ne kadar da çok ortak yönümüz var!” diye kendi kendime mırıldanmadan edemedim. Bilenler bilir (ve ne şanssız insanlardır ki onlar!), Haneke’yi anlatmaya gerek yok, biz sevgili Jim Jarmusch’la ilgilenelim..

Jim Jarmusch’la, 1995 yılının İstanbul Film Festivali’nde tanıştım. O sene, muhteşem bir kararla, Jarmusch’un bütün filmlerini göstermişlerdi. Ben de, bu sayede Stranger than Paradise‘tan Dead Man‘e, Coffee and Cigarettes‘in o zamana değin çekilen üç filmi dahil bütün külliyatını izleme fırsatı bulmuştum (hatta Night on Earth‘ü gece sineması bölümünde bir başka hastası olduğum yönetmen Kar Wai Wong‘un Chungking Express‘iyle birlikte seyretmiştik (ben, bera, hakan). Bugün gazetede okuduğuma göre, bu seneki film+/Güz Şenliği‘nde Jarmusch’un 7 filmine yer vereceklermiş.. Kaçırılmamalı derim.

Kendi adıma, ilerleyen seneler boyunca, Jarmusch’un ‘Down by the Law’u hariç, diğer filmlerini tekrar tekrar seyrettiğimden, büyük bir ihtimalle gitmeyeceğim. Down by the Law’daki Tom Waits performansı, benim gibi bir Tom Waits hayranını bile çileden çıkaracak kadar kötüyken, John Lurie ve Roberto Benigni epey iyiydi. John Lurie (of the Lounge Lizards), zaten ‘Stranger Than Paradise’da da döktürüyordu, o filmdeki kankası Richard Edson’ın Sonic Youth’un ilk bateristi olması da ayrı bir detay – gerçi Eva rolündeki Eszter Balint’in de müzisyen olması, olayda bir kast aranmasına yeter de artar bile sanırım.. (Bu arada, evet, en sevdiğim Jarmusch filmi Stranger Than Paradise, nereden anladınız.. 8)

Jim Jarmusch’u sevip de, üstadı Wim Wenders’dan haz etmeyişim sanırım Woody Allen’ı sevip de, Ingmar Bergman’a dayanamamla aynı şey..

Dünyanın En Güzel Şems’i

Blog’umda önceden belirlediğim bir “Eda’bi” kategorim var; ne zaman bir mesaj yazsam, öyle melûl melûl beni süzüp duruyordu. Ben de, onun hatrına, şu “hikayemsi”mi göndermeye karar verdim. Alttaki bilgilerden de anlaşılacağı üzere, bu hikayeyi, daha önceden Hitnet’e göndermiştim..

=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=
From: Emre Sururi Tasci
To: Duzyazi Alani Sakinleri
Date: Wednesday, June 28, 2000, 1:04:11 AM
Subject: [DUZYAZI] bilimkurgu
–====—-====—-====—-====—-====—-=
herkese selam… okumuşsunuzdur, dna haritası vesaire. çoktandır düşündüğüm bir bilimkurgu öyküsü vardı kafamda, işte bugünle birlikte ona da biraz değineyim istedim… şu sıralarda yatmaya hazırlanıyorum ve vakit geçirmek için bu yol, ideal gözüktü…

hikaye, bir adamın görüşlerini bildirmesiyle başlayacak, 1. tekil şahıs anlatımı olacak. hatta şu şekilde de başlayabilir:

merhaba. adım emre s. taşcı ve bir zamanlar yaşamış bir adamın, yüzlerce yıldır çalıştırılan simülasyonuyum. “boş vakitlerimde” -ki bu sıralar işlemcimi daha da geliştirdiklerinden boş vakitten fazla bir şeyim yok- hikayeler yazmakla uğraşıyorum. aslında böyle bir hikayeyi ilk emre (yani “orjinal mal”) Gen Haritasının çözüldüğüne dair haberlerin gazetelerde boy boy yer kapladığı 27 Haziran 2000 günü yazmayı kurgulamış, hatta, kabataslak bir plan da yapmıştı ama sonradan bu planı gerçeğe dönüştürmek imkanını bulamadı. Hem, zaten, o kadar unutkan bir insandı ki, 2 Temmuz’da ölmemiş olsaydı bile, bu hikaye herhalde yine de onun tarafından sonradan hatırlanıp yazılamazdı.

işte böylelikle, artık bir simülasyon olduğunu bildiğimiz bu simülasyon, bize yapılış nedenlerinden ve hazırlanış aşamasından bahsedecek biraz (bu arada, orijinalin, o kadar yakın bir tarihte olmasa da, mutlaka ölmesine gerçekten de ihtiyaç vardı, sebebini birazdan açıklayacağım). gen haritaları tam anlamıyla deşifre edildikten sonra, insanlar, bu sefer simülasyonlara yöneliyorlar, ve bu sebeple de ölümsüz varlıklar programlanabiliyor. dna kodunu bilgisayarın girişine yüklüyorlar ve ta-ta-tam! o insan, bir şekilde yeniden doğmuş oluyor. ama ilk yıllarda çok büyük bir sorunla karşılaşılıyor: oluşturulan simülasyonlarının (ki bunların sayısı çoooook yüksek maliyetten ötürü, o kadar da fazla değil) tümü bir şekilde yeni durumlarını yadırgayıp bunalıma giriyorlar ve “intihar” ediyorlar (artık devreyi yakmaya ne derece intihar denebilirse). aslında bu prototiplerin intiharı sadece detay, çünkü sonradan insanlar bunun da üstesinden geliyorlar ama bir şekilde bu sorunu halledebilmek için çok zahmetli bir malzeme kullanmak durumundalar (diyelim ki, “özün” çok yüksek sıcaklıklarda, ve kendisi çok yoğun olduğundan, dışarıyla mümkün mertebe minimum etkileşmeye girmesi için çok az yoğun olan bir ortamda saklanabilmesi lazım ve bu ortam da mevcut evrende ulaşılabilir olan sadece 4-5 güneş tarafından sağlanabiliyor) böylelikle dünya’daki (yahut o sırada bir ihtimal kolonileşme tekrar başlamış olabileceğinden evren’deki) insanlar (varlıklar) bu kişilerin seçiminde çok titiz davranıyorlar… ilk iki güneş tam bir fiyasko oluyor (süreç geri-dönüşümsüz olduğundan ötürü, haydi, onları silip, yerine yeni adamları koyalım da diyemiyorlar) “leonardo da vinci” ve “albert einstein” güneşleri kati suretle bekleneni vermiyor… sadece “efsanelerden” yola çıkmanın ne derece hayalkırıklığı yaratabileceğinin farkına varan varlıklar, bu sefer, hhgttg (hitchhiker’s guide..)’deki “42 bilgisayarı”na benzer bir makine inşa ediyorlar (aslında bu makine civilization’a wonder olarak konabilir). bu makine, kendisine iletilen DNA kodlarını inceleyerek “yeniden oluşturmaya” en değecek olan adamları saptıyor. bu sayede, ortamdan bağımsız bir olanak da ele geçmiş oluyor. Şimdi, bu noktada izin verirseniz, sevdiğim -fakat aslında çok bayağı olduğunu da bildiğim- bir hikaye aktarayım:

tarihe çok meraklı, iyi yürekli bir tarih profesörü varmış ve ölmüş. adam, iyi bir adam olduğundan yukarıdakilere “sizden rica etsem, beni gelmiş geçmiş en büyük kumandan ile tanıştırır mısınız?” demiş, melekler de onu, içerisinde iskender’in, napolyon’un, vesaire vesaire’nin olduğu bir odaya almışlar, tarihçi biri hariç, hepsini tanıyormuş; o tanımadığı biri de bir kenara çökmüş, sessiz sedasız ayakkabı boyuyormuş. melekler, o adamı işaret edince prof. dayanamamış: – siz ne diyorsunuz yahu! bu adam düpedüz bir ayakkabı boyacısı! demiş. bunun üzerine melekler de: – eğer fırsatı olsaydı, en büyük kumandan o olacaktı, karşılığını vermiş.

yaa.. biz gene asıl hikayemize dönelim: işte bu “42 bilgisayarı”nın avantajı buradaymış, yani, sözgelimi bir kumandana ihtiyaç olsaymış, mesela o bilgisayar bizim ayakkabı boyacısını tespit edebilirmiş, ilh.. ama o dönemde artık savaş olmadığından (bunun nedenini ülkelerin olmayışına bağlayabiliriz sanırım), kumandana pek ihtiyaç yokmuş; daha çok sanat ve bilim dalında adamlar isteniyormuş… işte bilgisayar da, yüzyıllar önce yaşamış bir fizik öğrencisi olan emre s. taşcı’nın, istenilen niteliklerde olduğunda karar kılmış ve böylelikle bugün “emre sururi taşcı güneşi” olarak bildiğimiz güneşe “öz” yollanmış. işin beklenmedik bir yönü, büyük bir heyecanla (simülasyonların çalıştırıldıklarında verdikleri ilk tepkileri izlemek her zaman ilginç olagelmiştir) karşılaşılması beklenirken, emre s. taşcı, yeni durumunu hiç yadırgamamış, hatta, biraz da “kuul” bir biçimde:

– hımm… bir zamanlar yaşarken, ben hariç bütün evrenin bir simülasyondan ibaret olduğunu düşünürdüm… oysa şimdi evren gerçek, simülasyon olan sadece benim.

demiş. bir süre, her şey yolunda gitmiş ama bir gün taşcı, çalışmayı kesmiş… gayet nazik bir biçimde:

– çok özür dilerim, biliyorum, bu yaptığım nankörlük olarak addedilebilir ama, ben, sizler bengü hanımın simülasyonunu yapmadan daha fazla çalışmayı reddediyorum demiş.

evrendeki varlıklar bu istek karşısında doğrusu çok şaşırmışlar, zira onlar “aşk” gibi pek çok şeyi “aştıklarından”, bu istek onlara garip gelmiş. bir müddet düşünmüşler… sonra ne mi olmuş? ne yönde mi karar vermişler? işte bu noktada, hikayedeki anlatıcı, özür dileyerek bu hikayeye şimdilik ara vermesi gerektiğini, zira, bengü hanımın simülasyonuyla bir randevusu olduğunu ve “tüm hatlardan” iletişime geçmediği sürece hiçbir şeyin yeterli gelmediğini belirterek hikayeyi bitirir.

nasıl, güzel olmuş mu? işin ilginç yanı, birazdan bengü arayacağından ötürü ben de sonu kısa kestim, şimdi çıkıp, onu bekleyeceğim. ikinci nokta da şurada: yıllar yıllar önce, sadece adını bildiğim bir hikayem-to-be vardı, adı “dünyanın en güzel şems’i” idi, şems, farsça “güneş” demek (“şemsiye” oradan gelir)… işte, hikayemde simülasyon maliyetini yükseltmek için “öz’ün güneşe gönderilmesi” mevzuunu kurgularken, aklımda bu yoktu lakin, iki satır daha yazınca birden hatırladım bu eski, sadece adıyla ibaret olan hikayemi, içim ısındı, güzel oldum… 8)

hamiş: bir de, olur a, “güneşlerin yoğunluğunun az olduğunu nasıl iddia edersin?” diyen bazı aklıevveller çıkar, onlara da derim ki, bunlar özel güneş… derim olur… 😉

herkese çok sevgiler,
mre s’ler…

… vE beN bUyudum bIr gEcE… eDa’bI#2

——————————
Origin : HiTNeT E-Posta Listeleri – http://www.hitnet.bbs.tr
=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-=-

Suicidal Tendencies – Nobody Hears

Nobody Hears

I talk through my eyes, the words pourin’ out
Nobody hears
You ask me what’s wrong, but what can I say
Nobody hears

I try to tell you, I try to show you
How else can I tell you, how else can I show you

I’m screaming inside, why can’t you hear
Nobody hears
You’re looking right through me, like I’m not here
Nobody hears

CHORUS
When the last tear falls down
nothing gets washed away
Another plea put to rest
As nobody hears, nobody hears

So what did I do to you
That makes you run from me
Now I’m sitting here screaming inside myself
Don’t understand why nobody hears

You figured it, shaped it to your perfection
Nobody hears
Subtracted my feelings from the equation
Nobody hears

Is it all in my mind
Then it would be easy to find

CHORUS

So what did I do to you
That makes you run from me
Now I’m sitting here screaming inside myself
Don’t understand why nobody hears

so if it’s all, if it’s all in my mind
Then wouldn’t it, wouldn’t it
Wouldn’t it be so easy to find

CHORUS

So what do I have to do
To make you comfort me
Now I’m sitting here screaming inside myself
Don’t understand why nobody hears

So I’m sitting here screaming inside myself
Well I’m sitting here crying inside myself
So I’m sitting here screaming to nobody else
Don’t understand why nobody hears
And nobody hears, nobody hears, nobody hears

[[Suicidal Tendencies]] – Art of Rebellion, 1992

Art of Rebellion, efsanevi Monopoly on Sorrow‘u da içeren, ST’nin en iyi albümlerinden biridir. Bu albüm müydü Emir’in kırdığı?..

ST / Art of Rebellion (1992)

8 kaldı 300’e varmaya!..

Dün hatırlamadığım bir sebepten ötürü, Thermopylae Savaşı’nı hatırlamaya çalışırken buldum kendimi. Savaşın adını değil, olayı hatırlıyordum – Frank Miller’ın ‘300’ünü okumuşluğum vardı. Wikipedia’dan Pers-Yunan Savaşları hakkında biraz araştırma yaptım, güzel bir biçimde anlatmışlar, özetlemek yerine, doğrudan çeviri yapacağım.

Thermopylae Muharebesi
Jacques-Louis David/Leonidas at Thermopylae
Leonidas Thermopylae’de, Jacques-Louis David (1814)
Tarih: Ağustos, M.Ö. 480
Yer:Termopylae
Sonuç: Pers zaferi
Taraflar
Yunan şehir-devletleri Pers İmparatorluğu
Komutanlar
Leonidas (çarpışmada öldü) 1. Xerxes
Kuvvetler
7000 civarı Herodota göre 3.4 milyon; bugünkü tahminler 170000 ile 200000 arası
Zaiyat
En az 300, büyük ihtimalle 4000’den fazla 30000 civarında

Thermopylae Muharebesi [orijinal kaynak]

M.Ö. 480 yılında yapılan Thermopylae Muharebesi’nde, Yunan şehir-eyaletleri, işgalci Pers ordusuyla bir dağ geçidinde çarpıştı. Pers ordusu sayıca çok üstün olmasına karşın, Yunanlılar tarafından, bir hain Persleri alternatif bir geçidin varlığından haberdar edinceye kadar, engellendi. Yunan ordusunu yöneten Sparta Kralı Leonidas, 300 Spartalı dışındaki bütün orduyu geri gönderdi ve tarihin en muazzam son adama kadar direnme örneğini verdi. Sonrasında Persler Atina’yı yağmaladılar fakat, Yunanlıların Pers Tehdidine nihai olarak son verecekleri, deniz zaferiyle biten Salamis Muharebesi’ne hazırlanmalarını sağlayacak kadar geciktirildiler.

Arka Plan

Pers Kralı 1. Xerxes, yıllardan beri, babası Darius’un Yunanlılara karşı başlattığı savaşı sürdürmek için hazırlanıyordu. M.Ö. 484’de Xerxes’in ordusu ve donanması Anadolu’ya vardı ve Çanakkale’de, Dardanel’den karşı kıyı olan Abidos’a gemilerden bir köprü yapıp, askerlerini boğazdan karşıya geçirdi. Herodot, Xerxes’in beş milyondan fazla adamı olduğunu söylese de, ozan Simonides bu sayının üç milyon civarında olduğunu belirtir; gene Herodot, ordunun içerek nehirleri kuruttuğunu ve koca şehirlerin erzağını tükettiğini söyler. Bu betimlemeler bariz şekilde abartı olsalar da, kesin olan şey, Perslerin sayıca Yunanlılardan çok üstün olmalarıdır.

Vatandaşları doğdukları andan itibaren antik dünyadaki en iyi askerler olmak üzere eğitilen üstün disiplinli askeri Sparta eyaleti liderliğinde Yunan şehir-devletlerinden bir ittifak kısa sürede kuruldu. Yunan şehirleri, dinsel sebepleri öne sürerek, birliğe tam kapasitede ordu göndermekten çekindiler. Batıl itikatları yüksek olan Spartalılar ise hem çok yüksek olan köle nüfusunun isyanından korktuklarından, hem de Carneia Festivali’nin bitiminden önce savaşa gitmenin uğursuzluk getireceğini düşündüklerinden, Kral Leonidas’ın komuta ettiği ve bizzat kendisi tarafından özenle seçilen 300 [[hoplite]]’lık bir kuvvet gönderdi. Thebeslilerin Yunan İttifakına olan sadakatinden şüphe duyulduğundan, Kral Leonidas, Eurymachos’un oğlu Leontiades’ın önderliğinde, Thebeslilerden kurulu bir birlik göndermesinde ısrar etti[1].

Çarpışmanın olası sonucunu tahmin ettiğinden, Leonidas askerlerini seçerken kıstas olarak, sadece onların gidişinden sonra ailelerini çekip çevirecek oğulları olan adamlarını aldı. Böyle bir seçimin mantıklı sebebi olarak, Spartalıların Thermopylae’de ölme ihtimallerinin neredeyse kesin olduğunu bilmeleridir. ‘Spartalı Kadınların Deyişleri’ adlı yapıtında Plutarch, 1. Leonidas’ın eşi Gorgo’nun, kocasını gitmesinden evvel yüreklendirdikten sonra, ona, o gittikten sonra ne yapması gerektiğini sorduğunu anlatır. Bu soruya Leonidas’ın cevabı şöyle olmuştur:

İyi bir adamla evlenip, hayırlı çocuklar yapın.

Savunmaya elverişli özelliklerinden dolayı, “Sıcak Geçitler” diye de anılan Thermopylae’deki dağ geçidi çarpışma alanı olarak seçildi. O zamanlar, bu geçitten ancak iki savaş arabası çok sıkışık bir şekilde yanyana geçebiliyordu – bir yanında dağın dik yamacı, diğer tarafında ise denize açılan bir uçurum bulunmakta idi. Yol boyunca sıralı olarak üç adet “geçit” vardı ve bunlardan ortadakine, savunmalarında yardımcı olsun diye, Yunanlılar tarafından aceleyle alçak bir duvar örüldü. M.Ö. 480 yılının ağustos ayında işte bu noktada 300 Spartalının liderliğindeki 7000 asker civarındaki Yunan ordusu, kendilerinin belki de 40 katı kadar büyük Pers ordusuna karşı durdu.

Savaş

Xerxes, bu kadar küçük bir kuvvetin kendisine karşı geleceğini düşünmemişti, bu yüzden Yunanlılara üç-dört günlük bir geri çekilme zamanı tanıdı. Persler, vücutlarına yağ süren ve egzersiz yapmakta olan Spartalıları ilk gördüklerinde, bu ritüelin sonuna kadar dövüşmeye hazır olan savaşçılara dair olduğunu anlayamadıklarından bir hayli şaşırmışlardı. Yunan ordusu, kalkanların birleştirilip, mızrak uçlarının kademeleri olarak öne çıkarıldığı ve bütün geçişi tamamıyla kapatan falanks formasyonunu aldı. Bu esnada Pers ordusu sabırsızlanıyordu; Xerxes’in geçide gönderdiği birlikleri korkunç sonuçlar aldı. Kısa mızrakları ve oklarıyla Pers ordusu, ne Yunan falanksının uzun mızraklarını geçebildi, ne de kendilerinin hafif zırhı ve donanımı kendilerinden kat kat daha iyi eğitim almış ve donanmış hoplite’ların ağır zırhı ve silahları karşısında tutanabildi. Disiplinli Spartalıların yönetiminde yapılan taktik geri çekilip, hızlıca formasyona dönmeler Perslere büyük zaiyat verdirdi. Arazinin özelliklerinden ötürü, Persliles Yunanlıları saramıyor veya kanatlardan dalamıyorlardı, bu sebepten, sayıca üstünlükleri hiçbir işe yaramıyordu. Yunanlıların morali yüksekti. Herodot’un yazdığına göre Spartalı bir asker olan Dienekes, kendisine Pers oklarının güneşi kapattığı söylendiğinde, tipik kısa ve öz cevabını yapıştırmıştı: “Daha çoğu daha da iyi, böylelikle gölgede çarpışırız.” İkinci gün de, bir önceki güne benzer şekilde geçidi koruyan Yunanlılar, Persleri doğradı. Birliklerinin Yunanlılar önündeki bozgununu gören Xerxes, efsanevi Pers Ölümsüzlerini gönderdi. Fakat, Ölümsüzler bile Sparta falanksını yıkacak güçte değildi ve ağır kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kaldılar.

İkinci günün sonunda Yunanlı Ephialtes Perslerin tarafına geçti ve Xerxes’e Thermopylae’den geçen ayrı bir yolu haber verdi; bu yolu kullanacak olan Persler Yunanlılara kanattan saldırabilecekti. Geçit Phocis’den gelen 1000 Yunanlı tarafından korunuyordu. Buraya, bu yolun varlığını savaştan hemen önce öğrenen Yunanlılar tarafından yerleştirilmişlerdi ama Perslerle bu noktada bir çatışma olacağına ihtimal vermiyorlardı. Persler gelince kısa bir direniş gösterip kaçtılar ve Persler başka bir engelle karşılaşmadan ilerledi.

Leonidas, artık çarpışmanın yararsız olduğunu anlamıştı. 11 Ağustos tarihinde, zaten yaşamdan vazgeçip, ölümüne çarpışmayı kabullenmiş 300 Spartalıyla, rehine[2] olarak tuttuğu Thebesliler haricindeki herkesi geri gönderdi. Fakat Demophilus liderliğindeki 600 kadar Thespiae’li diğer Yunanlılarla birlikte geri çekilmeyi reddetti. Bunun yerine, kalıp, Pers ilerleyişini geciktirmek için intiharsı bir çaba göstermeyi tercih ettiler. Bu noktada Thespiae’lilerin duruşlarına dikkat çekmek gerekir: Kendilerini feda etmelerinin de gösterebileceği gibi cesur Spartalılar, Sparta yasalarının gerektirdiği üzere beşikten itibaren savaşta gerektiğinde canlarını vermeye her daim hazır olmaya eğitilmiş profesyonel askerlerdi. Buna karşılık, Thepiae’liler vatandaş-askerlerdi (örneğin, Demophilus geçimini mimar olarak sağlamaktaydı) ve Spartalıların yalnız başlarına katledilmelerine izin vermemeye, ellerinden geleni yapmaya çalışmışlardı. Cesaretleri genellikle tarih tarafından görmezden gelinse de, kesin olan şu ki, Spartalılar bu cesaretin bilincindeydi. Spartalıların Thespiae’lilerle pelerinlerini değiş tokuş ettiği ve ebediyete kadar müttefik olmaya ant içtikleri söylenir.

Savaşın, hoplite savaşı için bile aşırı vahşi olduğu bilinir. Sayıları azalan Yunanlılar, geçidin en dar kısmındaki küçük bir tepeye çekildiler. Bu çekilmeyi fırsat bilen Thebesliler, Perslere teslim oldu[3]. Spartalılar ve Thespiae’lıların mızrakları kırılınca dövüşe xiphos adı verilen kısa kılıçları ile, onlar da kırılınca, elleri ve dişleri ile devam ettikleri söylenir. Yunanlılar, aralarında Xerxes’in iki kardeşinin de bulunduğu pek çok Persi öldürmüşlerse de, Leonidas da sonunda öldürüldü fakat Spartalılar teslim olmak yerine, krallarının naaşını korumak için daha da şiddetli saldırdılar. Daha fazla kayıp vermemek amacı ile, Persler, kalan Spartalıları uzaktan ok atışı ile öldürdüler.

Persler Leonidas’ın naaşını ele geçirdiklerinde, askerlerinin yüksek kayıplarıyla hiddetlenen Xerxes, başın vücuttan ayrılmasını, vücudun da çarmıha gerilmesini emretti. Düşmana ait bile olsa, bir cesedin bozulması, Pers kültüründe muazzam bir uğursuzluğa delaletti ve bu olayın ardından Xerxes’in derinden pişmanlık duyduğu söylenir. Sonradan Leonidas’ın vücudu çarmıhtan indirildi ve Spartalılara geri verildi. Spartalılar onu ihtişamla gömdüler.

Çarpışmanın yapıldığı yerde dikilen bir anıtta Simonides’in Spartalılar için söylediği bir manzume yazılıdır (Herodot’un Tarih’i, 7.228):

O xein’, angellein Lakedaimoniois hoti täde
keimetha tois keinon rhämasi peithomenoi

Bu dizeleri, şiirsel yapıyı bozmadan, şu şekilde çevirebiliriz:

Ey geçmekte olan yabancı, Spartalılara de ki,
burada, sözlerine sadık bizler yatmaktayız.

(Go tell the Spartans, stranger passing by,
that here, obedient to their laws, we lie)

ya da, daha birebir olarak:

Oh foreigner, tell the Lacedaemonians
that here we lie, obeying their words.

Başka bir çeviri (Michael Dodson tarafından, 1951 yılında) tüm Spartalı savaşçılara öğretilen devlete verilen, her şeye karşı dayanan hizmetin ruhunu yakalamaktadır:

Friend, tell the Spartans that on this hill we lie obedient to them still.

300 isimli çizgi-romanında Frank Miller, bu dizeleri biraz daha farklı çevirir:

Go tell the Spartans, passerby:
That here, by Spartan law, we lie

Frank Miller/300

Sonuçları

Persler için, teknik açıdan söyleyecek olursak, bir zafer olsa da, birkaç bin Yunanlının devasa boyutlarda zaiyat verdirmesi, Pers ordusuna ciddi bir darbe indirmişti. Benzer şekilde, Yunanlıların, gelmekte olan Pers katliamına karşı direnme azmini de arttırmıştır. Eşzamanlı olarak yapılan Artemisium Deniz Muharebesi Yunan (daha doğru olarak Atina) donanmasının geri çekilmesiyle berabere sonuçlanmıştı. Persler Ege Denizi ile güneyde Attica’ya kadar bütün Yunanistan’ın kontrolünü ele geçirmişlerdi; Spartalılar, Peloponnesse yarımadası ile Corinth kıstağını {[[kıstak]]} savunmak üzere hazırlanıyorlardı; bu esnada Xerxes vatandaşları çoktan Salamis adası’na kaçmış Atina’yı yağmalıyordu. Eylül ayındaki Salamis Deniz Muharebesi’nde Yunanlılar Persleri mağlup edip Xerxes’i geri çekilmeye zorladılar. Mardonius yönetimindeki kalan Pers ordusu da kral naibi Pusanias komutasındaki Spartalıların yönettiği birleşik Yunan ordusunca Plataea Muharebesi’nde yenildi.

Kaynakça

[1] Herodot Tarihi VII:205
[2] Herodot Tarihi VII:222 – Diğer kaynaklar, Herodot’un Thebiaslılara karşı yargıları olduğunu belirtir.
[3] Herodot Tarihi VII:223

Frank Miller – 300

Frank Miller/300

Frank Miller/300

Frank Miller/300

Frank Miller/Sin Ciy - Big Fat Kill
480 B.C.
King Leonidas of Sparta and his personal guard of three hundred men ready themselves for battle. The fat of humanity is at stake.
Out of Persia thunders the mightiest military force ever assembled. The earth shudders with the impact of its march. It drinks the rivers dry. It devours livestock like some hungry, angry god.
It pauses, poised to vanquish tiny Greece, to crush her impetinent invention of democracy and extinguish the only light of reason in the world.
The Spartans are outnumbered a hundred thousand to one — but Leonidas has chosen his battle site with care: the mountain pass called Hot Gates. Funneled into this narrow corridor, the Persians find their numbers useless. The Spartans hold their ground just long enough for slumbering Greece to wake and rally her sons for war
The Hope of civilization is kept alive by Spartan courage — and a careful choice of where to fight.
I’m outnumbered.
Outgunned.

But the alley is crooked.
Dark. And very, very narrow.

Funneled into it, they get in each other’s way. They can’t surround me. Their numbers don’t count for so much.

Sometimes you can beat the odds — with a careful choice of where to fight.

Frank Miller / Sin City: Big Fat Kill #5, pages 1 and 25

sabah sabah fabuloso?..

ya da sabah sabah [[suicidal tendencies]] ya da can’t stop the runaway emotions..

birkaç zamandır canım fena halde suicidal tendencies çekiyordu, dün evdeyken aklıma geldi neyse ki, ben de albümlerini toplayıp okula geldim. art of rebellion’la başladım dinlemeye. tabii dinledikçe emir’i hatırlıyorum. özledim pis şişkoyu. suzan’la amerika’ya gittiklerinden beri hiç haber almadım. mail atmadım, mail atmadı ama kimseye atmamış bildiğim kadarıyla. bir kere california’da sanırım, bera ile buluşmuşlar, ama o kadar..

most wanted: emir amca burnu kanca
bulanların insaniyet namına haber vermesi rica olunur..